Türk kahvesi, şerbet, su, lokum ve parça çikolatalar… Sunumdakiler bunlar. İlk hangisine uzanır el? En sevilene! Fakat burada bir sorun var. Diğeri tadılır tadılmaz dil ile ilk buluşanın lezzeti yitirilecek. Paradoks şu ki en sevilen, diğerlerinden önce tadılmak istenirken, aslında tam tersi olan en sevileni sona bırakmak, sevmek fiilinin doğasına çok daha uygun değil mi? Zira içerisinde sabretmeyi ve ağızda bıraktığı hissin devamını sağlama arzusunu barındırıyor. (sevgi)
***
Çocuklar hep bağırırlar. Sokaklarda, parklarda, apartman girişlerinde… Sessizce oynayamazlar bir türlü. Ve ben yazamam. Bu yüzden geceyi beklerim. Ardımda bir sürü gürültü bırakmışımdır çünkü o anlarda. Ay ışığı vurur ve gürültü tepelerinin gölgesi kâğıda düşer. İçimde saf bir sessizlik, ikindi vakti gölgesi gibi uzar da uzar. Ve ben yazar da yazarım. Temelinde çocukluk yılları barındıran bir illettir bu. Yazmak; sessizliği semirtmek ve ışıkla gölge arasında tünemektir. Tünemenin, konmakla uçmak arasında bir tür demlenme olduğu gibi… Yazamadığım zamanlar, annemle babamın uzun ve şiddetli tartışmalarının ardından gelen otobüs yolculuklarını hatırlarım. Böyle gecelerde, annem beni kaptığı gibi çıkardı evden. Taksiyle terminal ve oradan da İstanbul, Kadıköy, Hasanpaşa… Hep gece başlardı yolculuk ve gündüz biterdi. Güneşin doğuşundan takriben iki, üç saat sonra teyzemlerde olurduk. Çocukluk bu ya, her yolculuk sonrası sabaha varmak, bana güneşe geldiğimizi zannettirirdi. Annem karanlıktan kaçıyor sanırdım. Babamsa karanlığa sokulur gibi bağırırdı. Babam da çocuklar gibiydi. Eminim, o zamanlar yazmayı bilseydim, yine yazamazdım. Ömrün yarısına beş kala artık ancak yazarak seyahat edebiliyorum güneşe. Çünkü güneşe kaçış, -bakmayın kimsenin itiraf edemediğine- bir yetişkin için de ihtiyaçtır. Ardımda üst üste yığılan gürültü tepeciklerini kürek kürek azaltmak için; bir mezar kazmak için; sağ kalan tüm korkuların üzerini örtmeye bir tür ant içiş niyetiyle… Diri diri gömülebilsinler diye… (bağırmak)
***
Hepimiz huysuz, huzursuz müşteriler gibiyiz. Garsonlara serzenişte bulunuyor, durmadan işletme müdürüne ulaşmaya çalışıyoruz. Şikâyetlerimiz ise, ‘pardon ama bu masa sallanıyor’ seviyesinden yukarı çıkmıyor. Her masadan, Cansever’in “masa”sının performansını beklemek aptallığına düşüyoruz. Hiç düşünmüyoruz, dengesiz bir masa için huzurumuzu bozmaktansa sıkıntılı ayağının altına birkaç peçete koymayı. Boşa vakit kaybediyor ve tüm masaların dolu olduğu bu işletmede başka bir yere geçmek istiyoruz. Kahvelerimiz soğuyor, tadımız kaçıyor… Ve servis başkaları için devam ederken işinin ehli bir görevli dikiliyor başımıza. Asla reddedemeyeceğimiz şu sözlerle: “Sizin için servis saatimiz kapanmıştır; kalkmanızı istemek durumundayım!” (masa)
***
Kâğıt; seni, senin anlatmak istediğin gibi anlar. “Şunu mu demek istedin?” diye sormadan… Çoğu edebiyatçının, berbat bir alışkanlık gereği aşk hayatlarında kendileri gibi olup edebiyat yaptıkları zaman çuvallamalarının altında yatan sebep tam da budur. Onların edebiyatı, ancak kâğıtlara karşı başarılıdır. Fakat sevgililer, elleri altında yazıp bozdukları, çizip sildikleri kâğıtlar değildirler. Kâğıtlar çıplaklığı, insanlarsa maskeleri sever. (maske)
***
Kaç zamandır uykuya direnişimin asıl sebebini buldum: Ölümden o denli korkuyorum ki yakın akrabasına dahi tahammülüm yok. Ne var ki insan, fizyolojik olarak uyuması ve nihayetinde ölmesi gereken bir yaratık. Buna mukabil yaşamak isteği, gün geçtikçe dibine battığım bir bataklık. (korku)
***
İnsan, en çok kendi sırlarını saklamakta mahir. En yakınlarının dahi kestiremediği yeteneklerini gün yüzüne çıkarmakta çoğu zaman cesaretli değil ancak bunu yapma ihtimali, müthiş bir şaşırtma eylemine imza atabilmesi itibariyle temelinde tarifi zor bir heyecan barındırıyor. Ve bu heyecan, hep pusuda bekliyor. Bunun adını koymuş olmasına gerek bile yok. Hatta bu tür yeteneklerinden kendisinin dahi haberdar olması gerekmiyor. Bu denli bir sır işte… Bu potansiyel, bilincinin ve öngörüsünün uzanamayacağı yerlere kaldırılmış bir nevi olasılık. Onu, ne vakit ve kimden hamile kaldığını bilmeden, doğum sancılarına kadar taşıyor da taşıyor karnında. Bu kendinden dahi sakladığı yetenek, ölebilmesidir aniden, ardında hiçbir gizem ve kabiliyet bırakmamak pahasına. (ölebilmek)
***
İman etmek, tutarlı bir eylemdir. Zira iman etmeye olan imanı da öğütler. Buna mukabil şüphe, doğası gereği çelişkiyle doludur. Çünkü şüphe, kendisinden şüphe etmeyi asla tasvip etmez. Durum böyleyken nasıl oluyor da imandan şüphe edenle, şüpheye iman eden aynı safta yer alıyor? (soru)
***
İnsanın ölebilmek yetisini maskelemeyi başarabilen dünya, her ne kadar korkunun ve sevginin aynı masada servis edildiği çekici bir mekân olsa da, hayatımızın hemen her safhasında, biraz sesimiz çıktığında, işaret parmağını büzüşmüş dudaklarına götürenlerle dolu. “Şişşşt, bağırmak yasak!” Bu söze ve harekete, hemşire huzurunda muhatap olduğumuz bir hastaneyse şayet burası, neden hayat denen hastalığın şifasını ölmeden önce bulamıyoruz? Ya da gözlüklü bir memurun sorumluluğunda bulunan bir kütüphanede karşılaşıyorsak bu ihtarla, niçin okunacak bunca eser varken sık sık canımız sıkılıyor? Tüm cevaplar, bir sonraki soruyu sorabilmek için! (sadet)
Cüneyt Dal
Resim: Ron Lawson