Odanın ortasında dev bir yılan gibi boylu boyunca uzanıyordu. Hali ürkütücüydü. Onu tanıyanlara göre şu haliyle, yanına yaklaşılmaması gereken bir adamdı. İşin aslı, an itibariyle en savunmasız durumundaydı. Büyük bir avı hazmetmekte olan dev bir pitondu sanki. Tüm enerjisini, sindirmeye çalıştığı üç kırık kalbe, yorgun bir kadına ait olan söndürdüğü umutlara ve yitirilmesine vesile olduğu iki koskoca çocukluğa harcıyordu.
Uzun yıllar öğretmenlik ve sonrasında okul idareciliği kimliğiyle yirmi yedi yıl boyunca elinin altından binlerce çocuk geçmişti adamın. Aslına bakılırsa mesleğine zıtlık teşkil edercesine bu adam, iç dünyasında netameli biriydi. En çok da en yakınlarına karşı… Dağdağalı bir gençliğin ipini çekmişti öncesinde. Aksi de düşünülemezdi gerçi; çünkü gençliğine denk gelen ülkesinin siyasî ve sosyal olayları, onu bir kanatta bulunmaya zorlayacak kadar fırtınalıydı.
Cinayetten hüküm giymiş gözü pek bir babanın oğluydu. Bu cinayet, o dönemde, iki köklü aile arasında bir kan davası başlatacak kadar etkili yankılar uyandırmıştı. Köyün en zalim herifini, iki karısının arasında köy meydanında yürürken tam ense kökünden vurup yere yığmasının ardından almıştı ününü. Sonra da alıp yürümüş, on yıl hapsin ardından peşine takılan kiralık katillere inat koca bir ağa olup çıkmıştı. Sonraki yıllarda ise gerek hovardalıkla gerek hesapsız cömertliğiyle elinden giden malı mülkü, bu adamda, babasına karşı üstün bir hayranlık ve merhamet duygusu depreştirmişti. Sanki kendinde, babasının sefil sonunu görüyordu. Bu despot babayla asla sıkı bir baba-oğul ilişkisi kuramamış bu adam, onun arkasından, “Ben adam diye babama derim, heyt beee” şeklinde yâd ederdi onu. Adamın bu “adamlık” anlayışı, zamanının Türk filmlerinde işlenen “delikanlılık” saçmalığına taban tabana uyuyordu. O, kayıp bir kuşağın en has temsilcisiydi.
İşte bu adam, babasının hem yaşayış hem siyasî görüş açısından kendinde uyandırdığı hayranlıkla, sağcı-solcu yol ayrımında sağcılığı, milliyetçi-dindar sınıflandırmasında da milliyetçiliği seçmişti. Kavgalara girmiş, olaylara karışmış sıkıştırılmış bir gençliğe inat, nasıl olmuşsa talih yüzüne gülmüş, öğretmen olmaya hak kazanmıştı. Güreşçiliği, güçlü bedeni ve yakışıklılığı, dönemin arabesk ve gayri ahlaki kültürü de hesaba katılırsa onu, tam manasıyla gözünü budaktan sakınmayan bir genç yapmışken, birden bire memuriyet hayatına atılması, piyango gibi vurmuştu. Uzak dağ köylerinde başlayan görevi, ona yalnızlığı; terör olaylarının getirdiği tecrübeler de içten içe kendine, haline acıma hissini bahşetmişti.
Gün geldi, bu adam, düzensizlikten ve yalnızlıktan sıkıldı. Evliliğe dair iyi bir örneği olmamasına rağmen evliliğin, onu bu bataklıktan kurtaracağını düşündü. Ancak kaçırdığı bir nokta vardı; o da evliliğin çıkış noktasının, asla can sıkıntısı olmaması gerektiğiydi. Küçük bir Anadolu kentinin en berbat kasabasında -ki halkının şerrinden terör örgütleri dahi o kasabaya girmeye çekiniyordu- uzun yıllar görev yapıp yerlilerce sevilip sayılmasının ardında yatan sebep, onun evliliğe uygun biri olmadığının da bir kanıtıydı âdeta. En azından eş olarak seçtiği kişi ile kendi yapısı karşılaştırıldığında… O, öğrencilerine dahi derslerin kitapçasından değil; hayatın kendincesinden öğütler üfürürdü. Hâlbuki meslektaşı olan eşi, asla böyle düşünmezdi. O, kibar ve kırılgan biriydi. Kitapların aydınlığına inanır, sevginin gücüne güvenirdi.
Kadim efsanelerde sıklıkla işlenen kurt adam figürü, aslında tipolojik açıdan bu adama o denli uyumluydu ki; o anlatılardan türeyip günümüz dünyasına sirayet etmiş bir lanetten farksızdı. Ne var ki bu adam, olabildiğine gerçekti. Bunun en büyük delili, birçoklarının hayatında unutulmaz izler bırakmış olmasıydı. Bu izlerin en büyüğünü, ömrü boyunca bir maraz gibi taşıyacak olan naif kadının evlilik sebebi, adamınki gibi can sıkıntısı değildi. O, umut dolu gözlerle hayata bakan biriydi. Bunda da yine pembe panjurlu hayallerin süslediği dönemin romantik Türk filmlerinin etkisi vardı. Bu sebeple ilk zamanlar adam üzerinde sezdiği zaafların derinliklerini kavrayamamıştı. Sevginin ve umudun kör edici etkisi, kadında kudretini göstermişti. Bu yıllarda kadının insanoğlunun değişeceği kanaatine kalpten bağlılığı, henüz yara almamıştı. Ancak insan, efsanelerden ilham ve ibret almalıydı. Çünkü efsanelerin çıkış noktası, yine insandı. Bir kurt adam, dolunay karşısında asla kayıtsız kalamazdı.
Genel itibariyle hoş sohbet bir insandı adam. Hayvanlara merhametli, insanlara güler yüzlüydü. Olabildiğine yerel damarı ağır bastığından, muhabbetli tavrı babacandı. Sözlerinin çoğunu ise tatlı sert sinkaflı kelimeler oluşturuyordu. Tâ ki dolunaya kadar… Bu adamın dolunayı alkoldü. Ayıkken ne kadar insan canlısıysa sarhoşken o kadar tehlikeli ve acımasızdı. Vuruyor, kırıyor, sövüyor, sayıyordu. Bir bedende hayat süren iki farklı kişiliğe sahipti. Eğer doğum tarihi tutsaydı, Amerikan sinemasındaki yeşil dev “Hulk”a ilham kaynağı olabilirdi pek tabiî. Kurt adam-dolunay, Hulk-öfke, adam-alkol… Tüm bu karşılaştırmaları adamınkinden ayıran nokta, diğerlerine nazaran adamın affedilemeyecek yönünü ortaya koyuyordu. Ne kurt adam ne de Hulk, adamın yaptığı gibi bir aile kurmak hatasına düşmüşlerdi.
Kadın, tahammülün sınırlarını zorlarcasına, adına “aileyi kurtarmak” denen insanüstü bir davanın bayraktarlığını yapadursun adam; çelişkileriyle, tutarsızlıklarıyla ve tüm hatalarıyla kendine, kendince bir hayat biçiyordu. Aslında biçtikçe biçildiğinden bîhaberdi. Yaptığı hatayla da kalmadı adam ve bu evlilikten doğan iki çocuğuna kalıcı miraslar bıraktı sonraki yıllarda; kaygı, korku, şüphe, endişe, ayrıntıcı olmak, içe kapanık ruh halleri ve dışa dönük öfke krizleri… Kumara ve uygunsuz hayata dalma aşamaları da art arda gelen depremler gibi sarstı ailecilik oynayan dört kişilik grubu. Gün geldi, kadın, 31 yılını bu adamla geçirdiğine şaşıp kaldı. O muhteşem inancının sönmesi için 31 yıl gibi bir sürenin geçmesi gerekiyordu demek. Ve bitmişti. Kadın, her şeyi göze alarak adama, artık kendisi için öldüğünü haykırıverdi.
Yolun yarısını adımlamış kimi insanlar, geride bıraktıklarına dair değiştirilmesi mümkün olmayan birçok şeyi üst üste yığıp ne ara bu denli biriktiklerini fark ederler. Sonra da bu “kimi insanlar” türüne yakışır şekilde yanlışlarını telafi yolunu değil, kendilerince haklı oldukları noktalara dört elle sarılarak o devleşen dağı yükseltmeyi seçerler. 62 yaşındaki bu adam da buradaki “kimi insanlar” familyasındandı ve bu yaptığının bir tür intihar olduğundan habersizdi.
Şimdi odanın ortasında dev bir piton gibi boylu boyunca uzanmış yatan adam, yalnızdı. Çünkü pitonlar, yaratılışları ve davranışlarına yön veren içgüdüleri gereği karıncalar, arılar veya aslanlar, filler gibi aile, grup, küme halinde yaşayabilen yaratıklardan değillerdi. An itibariyle adam, alkol komalarının sonuncusuna tutulmuş bir vaziyette dişlerinin arasından tıslayarak son kez küfürler savuruyordu. En savunmasız halinde en iyi bildiği şeyi yapıyordu. Ancak hazmetmeye çalıştığı avının, aslında içten içe onu zehirleyen bir hayvan türü olduğunun bilincinde değildi. Öldürdükçe ölen, boğdukça boğulan bir kısır döngü, onu girdabına çekmişti sonunda. Bugün odasını çevreleyen soğuk duvarlar, zemindeki tahtakuruları, ahşap tavanın deliklerinden aşağısını gözetleyen evcil fareler; 62’sindeki bu pitonun, dişlerinin arasından son kez ölümcül sözcüklerle tısladığına şahitlik ediyorlardı.
Belki de bu modern zaman efsanesine uygun en güzel notu, on yıllar öncesinden Cesare Pavese düşmüştü: “Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremeyen değil -bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı, budur.”
Cüneyt Dal