Canım nineme…
“Beni büyüten, hayatı öğreten, üzerime titreyen gözleri güzel kadın. Seni kaybettikten sonra tekrar bulmanın heyecanı ile yazdım bu yazıyı. Artık bu dünyada yaşamaya devam edeceğin için çok mutluyum…”
O gün yine çok sıcaktı şehir. Yaz aylarının neredeyse bütün yıl yaşandığı, güzelim kara hasret, insanlarının misafirperver olduğu bereketli topraklara alışkındı Terzi Hayriye. Olmasa ne olacaktı ki bir şarkıda dendiği gibi köyün en son çitinde dünyanın bittiğine inanırdı. Bu güzel mi güzel kara kaşlı kara gözlü kızın tek kusuru azıcık bodur olması sayılabilirdi. Gerçi bu kendisine ayrı bir şirinlik katıyordu ama neyse.
Daha iki karışlık bir çocukken bez bebeklerine elbise biçme hevesiyle başlayan dikiş tutkusu yıllar içerisinde maharetli bir mesleğe dönüşüverdi. İlk önceleri konu komşunun etekliğini, basmasını biçiyordu ama daha 13-14 yaşlarında elinin altında çırakları dönmeye başladı. Kimisi prova alır, kimisi yetişmesi gereken elbiseyi teyeller, kimisi müşterinin ölçüsünü alır, kimi de kömürlü ütüyle teslim edilecek elbiseleri hazırlardı.
Zamanla işleri gittikçe büyüdü. Eh, tekstil firmalarının henüz olmadığı tarihlerde terziler pek kıymetliydi. Hele bayrama yakın nice geceler sabahlanırdı. Artık yaşadığı beldede iyice ünlenen kızımız devlet erkânının zevcelerine gelinlik dikiyor, Fransız güpüründen dopiyesler biçiyordu.
Okula gitmeden böylesine maharet görülmemiş şeydi doğrusu. Makasını kumaşa taktımı bir çırpıda keser, kendine özel biçme taktikleri geliştirir, sevdiği müşterilerinin gömlek yakalarına delik işi motifler bezerdi. Aslında herkes halinden memnundu. Özellikle babasının keyfine diyecek yoktu. Neden olmasın ki bir ayda kazandığını Terzi Hayriye bir hafta da çıkarıyordu. Okuma yazma bilmeyen bu kızcağıza sadece sayıları öğretmişti. Sadece sayıları. Bunun sebebi doğru parayı alabilmesi idi. Okuma yazmayı öğrenmemesinin sebebi ise gözünün açılmamasıydı. Öyle de olmuştu zaten. İleride çok yaşlandığında bile dün ne yediğini unutacak ama para hesaplamasını asla unutmayacaktı. Bu konuda öyle hızlı ve pratikti ki değme matematikçilere, esnaflara taş çıkarırdı.
İnsanoğlu bu, suya düşen saman çöpü gibi akıp gider hayatın içinde. Yine öyleydi. Zaman akıp giderken Terzi Hayriye pek farkında olmasa da artık zaman gelmişti. Bir ikindi vakti teyzesi çıkageldi. Oturdu, oturdu, oturdukça oturdu etine dolgun, tıknaz kadın. İşler bekliyordu. Avlu yıkanacak, müsteşarın hanımı prova için gelecek ve dahası bu konuda pek huysuz olan peder beyin akşam yemeği kaynatılacaktı. Sonunda genç kızımız mutfaktan şerbet getirirken çıkardı ağzındaki baklayı teyzesi. Görücü gelmek istiyorlardı yarın akşam. Büyük oğlu Halil’e isteyeceklerdi.
Duyduklarından utanmıştı Terzi Hayriye ama pek şaşırmamıştı. Tâ küçüklükten beri Halil ona; “Büyüyünce isteyecem seni anandan. Yarim olacaksın.” derdi. O da onu mahallenin sonuna kadar kovalardı elindeki değnek ile.
Sonun da yapmıştı dediğini. Eh, o vakitler kız kısmına söz düşmezdi. Zaten akraba olan aile büyükleri anlaştılar bile. Söz kesildi, nişan yapıldı, fıstıklı baklavalar bile yendi. Halil’in ve Hayriye’nin keyfine diyecek yoktu. Ama babası işi birazcık yokuşa sürüyordu sanki. İnceden inceye yıllardır eve para getiren kızını apar topar gelin etmek gelmiyordu içinden. Tam sekiz yıl uzattı nişanı. Şunun askerliği, bunun sünneti, ötekinin taziyesi derken tam sekiz sene hasretle bekledi bu iki genç.
Artık zamanı gelmişti. Bu bahar bu işi bitirmek lâzımdı. Halil askerden geldi, ev bulundu, eşyalar tamam edildi. Çeyizler davul-zurnalarla taşındıktan sonra geriye sadece bir kına gecesi ve bir de düğün kalmıştı. Geçen sekiz sene zarfında bir defa bile baş başa kalmamıştı iki genç. Halil bir kere elini tutamamıştı sevdiceğinin. Zaten Terzi Hayriye o kadar utangaçtı ki böyle şeylerin olması imkânsızdı. Nişan yüzüğünü bile takamazdı parmağına. Gece yatmadan ya da sabah erkenden işlemeli sandığını açar, kırmızı bir eşarbın içine koyduğu yüzüğünü parmağına takardı. Birazcık bakıp gerisin geriye sandığına koyardı. Sonunda hasret bitecekti ve nişanlısıyla kavuşacaklardı.
Kına gecesine iki gün kala mal gelmişti çarşıya. Yeni moda terlikler, ayakkabılar, sandaletler… Daha malları indirirken Halil’in gözü ilişti birine. “Bu bu… Şuradaki terlikler ne de yakışır yarime,” dedi içinden. Hemen aldı bir çift terlik, sarı saman kâğıdına güzelce sardı. Kurdela ile bağladı. Paketledikten sonra bir de şekil olsun diye kalemle çekiverdi kurdelayı. Permalı saçlar gibi kıvır kıvır oldu kurdela. Tek sorun nasıl vereceğiydi. Annesine verse Halil’in değil, annesinin aldığı anlaşılırdı. Kendisi vereyim dese hayatta yapamazdı. Zira mahallede duyulursa kolalı gömlek ve rugan kundura giyen bir delikanlı olarak bir daha kahvenin önünden bile geçemezdi.
Artık kaderin cilvesi mi, tevafuk mu, şeytanın oyunu mu bilinmez, Terzi Hayriye’nin kardeşi geçiverdi dükkânın önünden. “Al” dedi Halil eli titreyerek. “Bunu yarime götür. Ayağına giysin, üzerinde eskisin, o salınsın ben de bakıverem.” O salınsın ben bakıverem kısmını elbette ki içinden söylemişti.
Halil’in keyfine diyecek yoktu ama bu durum valide hazretlerinin pek hoşuna gitmemişti. Hangi dedikoducudan duyduysa sinirinden tavana başı değene kadar zıplıyordu. Hop oturup hop kalkıyor, kızarmış yüzüne terler dökülüyordu. “Ben!” dedi. “Eğer ben de kendimi biliyorsam bu işi bozarım. Nasıl olur da benden habersiz, daha kapıma girmeyen bir geline hediyeler gider!” diye söylenip durdu.
Olacak şey miydi bu! Tam da düğün arifesi. Havsalası almıyordu insanın. İnsanın öz teyzesi düğünden önce ufacık bir hediye yüzünden sekiz yıllık nişanlılığı nasıl olurda bitirebilirdi. Lâkin insanoğlu ters eşeğe bindi mi uçurumdan yuvarlanana kadar durmayı bilmez. Durmadı zalim teyze, durdurabilen de olmadı açıkçası. Nişan yüzükleri ve çeyizler geri verildi. Artık geriye iki düşman aile kalmıştı.
Zavallı Halil, anasını ikna edebilmek için önce vurdu, kırdı, döktü. Olmadı hayaller kurduğu yuvasını ateşe verdi. En son canına kıymayı seçti ama onu da becerememişti. Son bir umut, sevdiceğine kaçırmak için haber saldı ama yapamazdı bunu Terzi Hayriye. Ona göre ailesinin başını yere eğmek olurdu. Sonunda tüm ümitler tükendi.
Ayrıldılar.
Ne kadar ayrılabiliniyorsa o kadar ayrılmışlardı.
Ne hüzünlü şarkılar teselli etmişti onları ne de başka şeyler.
Kuytu köşeler hep ağlanacak yer olmuştu güzelim iki gence.
Terzi Hayriye tam 24 yaşına gelmişti. Yaşıtlarının 3 çocuğu vardı o yaşlarda. Nerden baksan evde kalmış sayılırdı. Apar topar verdiler ilk gelen görücüye. Babasının dükkânında kalan bir eşya gibi… Elden çıkarmak istediler. Hayat işte biraz olsun burada güldü Terzi Hayriye’nin yüzü. Eşi fakir ama çok iyi bir insandı. Oralarda gül yaprağı kadar kalbini kırmamak diye bir deyim vardı. Gül yaprağı kadar kalbini kırmadı Terzi Hayriye’nin.
Burası dünya, bizim hikâyemiz de böyle olsun diyerek canla başla mesleğine devam etti Terzi Hayriye. Öyle ki kocasının maaşı sadece onun kahve eğlentisi için tahsis edilmişti. Bu masalımsı hikâyede yine masal gibi tam altı çocukları oldu. Üç oğlan, üç kız. Uzun yıllar bir arada yaşayıp hem dünya hem ahiretlerine çalıştılar.
Yıllar geçip giderken Terzi Hayriye yine bir başına kaldı. Artık terziliği bırakmıştı. Sadece kendisi gibi mağazalardan alışveriş yapamayan kilolu ahiretliklerinin robalı elbiselerini dikiyordu. Yine bir gün tombul bir arkadaşına çiçekli elbise dikerken gözünden yaşlar süzülmeye başladı. Yılların yorduğu Terzi Hayriye’nin ağlamak için çok sebebi vardı tabii ama yine de sordu torunu.
Halil…
Halil bu dünyadan göçmüş dedi.
Göçmüş…
Televizyonda çalan Kazancı Bedih “Kara günlerde mi halk eylemiş beni Mevlam” diyerek ortak olmuştu Terzi Hayriye’nin acısına. Torunu onun artık Halil için değil kendi kaderine ağladığını çok iyi biliyordu. Bu yüzden ses etmedi, izin verdi ağlamasına. Terzi Hayriye yıllarca nice genç kıza gelinlikler dikti ama şu yalan dünyada kendisine bir keder biçebilmişti. En sonunda hayat ona dikişsiz bir elbise biçti ve her insan gibi o da göçüp gitti günün birinde.
Geriye ne mi kalmıştı?
Bir çift terlik.
Sevdiğine bu dünyada bir çift terlik hediye edip göçüp gitmişti Esnaf Halil.
Ahmet Alataş
1 Yorum