Rüzgâra Tutulmuş Günler – 36

21 Mayıs 2020 – Perşembe

Kaygının geleneğimizdeki adı tasa ya da keder. Kaygı her zaman bir korkuyu barındırır: “Ne olacak?” Kötü, yıkıcı ve neşeyi giderecek bir korkudur kaygılanmayı tetikleyen. Kaygı, bir daralmayı getirir doğal olarak. Duyulan korkunun büyüklüğü insanın daralmasının da büyüklüğünü belirler. Bazen kaygının sebebi bilinmez. Yani nedensiz bir korku endişeye sebep olur. İnsan tanımlayamasa da bu korkuyu yoğun bir şekilde hisseder. Kaygının oluşmasında bir başka âmil ise belirsizlik ve amaçsızlıktır. Hayatında bir amaç olmayan insanların kaygıya düşmesi son derece normaldir. O halde kaygı insanın kendi güçsüzlüğünden beslenir diyebilirim. Korkularımızın kaynağını dışarıda aramanın gereksiz ve hatta bir kaçış olduğundan bahsediyorum. İnsanın yarım kalmışlığı, bir türlü bütünlüğe erememesi de kaygıyı oluşturan sebeplerdir. Ama kim bütünlüğe ermiş ki şu hayatta! Hatta hayat serüvenini kişinin bütünlüğe eremediğini anlama süreci olarak ifade edebilirim. Burada yarın korkusunun, kaygının ana sebebi olduğunu ifade etmeliyim. İnsan için bir an sonrası gayptır. Gayb ise karanlık. İşte bu karanlıktan doğar kaygı. Eğer kaygıya karşı bir ilaç varsa bir bahsi diğer olarak bunun tevekkül olduğunu düşünüyorum.

26 Mayıs 2020 – Salı

İnsan, kendinden sıyrılma yetisine sahip tek canlıdır. Geleneğimizde insan, doğulan değil olunan bir şey olarak tanımlanır. Çünkü doğmak iradi değildir. Hiç kimse doğmayı isteyemez. Kendini bir anneden doğmuş olarak bulur. Doğmasında kendi isteği sözkonusu değildir. Nerede irade yoksa orada bir kemal, üstünlük de yoktur. Bu sebeple doğmak insan olmaya aday olmaktır. Doğan, doğduğu haliyle sadece beşerdir. Beşer kelimesi Arapça olup cildin dış yüzünün ismidir. Yani daha çok görünüşle ilgili bir kelimedir beşer: İnsanın dış görünüşü. Fakat beşer kelimesi, insanoğlu anlamında genel bir kullanıma da sahiptir. Şemseddin Sami beşer ve insan arasındaki ayrımı  “Beşeriyet, insanın yaratılış yönündeki durumlarını ifade eder. İnsaniyet ise fazilet ve ruhsal durumlara ait bir kelimedir.” diyerek açıklar. O halde beşerden insana doğru giden yol aslında bir eğitim sonucu oluş halini ifade eder. Beşer; cesaret, doğruluk, cömertlik, dengeli davranmak ve kendine hâkim olmak gibi erdemleri edindikçe insan olma yolunda ilerlemiş olur. Kısacası insan; olunan bir varlıktır ve bunun için iradenin yoluna sevk edilmesi gerekir.

27 Mayıs 2020 – Çarşamba

İnsan, kendi tarihine bigâne kalarak anlaşılamaz. Bu sebeple bizden öncekilerin hayatları ve insana dair tanımlarına son derece ihtiyacımız var. İnsan bilincinin köklerine inebilmek için tarihine başvurmak zorundayız. Tarih, aslında bizim yol arkadaşımızdır. Onunla sohbet ettikçe önümüz açılır, yola dair bilgiye ulaşır ve böylece rotamızı tayin edebiliriz. Kısacası insanın tarihi, onun hafızasıdır. İnsana dair, tarih boyunca tartışılan, konuşulan her bilgi ve anekdota ihtiyacımız var. İnsana dışarıdan bakabilmek için tüm bunlara muhtacız. Dışarıdan yani az ötesinden insanı izlemek için. Aşırı yakınlığın körlüğe sebep olduğunun farkında olarak… Zuhurun şiddetinden ancak bu şekilde kaçınabilir ve böylece insanın kendisine ilişkin bilgiye ulaşabiliriz. O halde ısrarcı olmalı, bizden öncekilerin adımlarını saygıyla izlemeli ama kendi adımımızı atacak irfanı yine kendimizde zuhur ettirmeliyiz. Tamam insan son derece acizdir. Bir iz olmadan yolu bulamaz. Ama iz fetişistliğinin de âlemi yok. Sahip olduğumuz aklın buna izin vermemesi gerek.

11 Haziran 2020 – Perşembe

İnsan yaşadığı çağı aşabilir mi ya da ne kadar aşar? İnsan, toplumsal koşullarla hem bedenen hem de zihnen sınırlanmıştır. Yani bilincimiz aslında bir takım sınırlara sahiptir ve bu sınırları, içinde nefes aldığımız toplumun seviyesi belirler. Fakat toplumdaki genel düşünce seviyesini aşıldığı zaman hemen tepkiler gelmeye başlar. Toplum önce eleştirir, eleştirilerine karşılık bulamayınca da dışlar ve böylece kendini koruma görevini yerine getirmiş olur. Sorun şu bu dışlanmayı kaç fikir adamı göze alabilir. Ve getirilerini… Fikrin cazibesi vardır, insanı içine çeker. Zihin çalıştıkça olduğu yeri beğenmez, konumunu sorgular ve yeni sahillerin, keşfedilmemiş adaların peşine düşer. Bundan da haz alır. Aslında bu, kişinin içinde büyüdüğü ve fikriyatını şekillendiren toplumdan kopuşu demektir. Çünkü yetmeyen bir şeyler vardır ve bu duygu ile yaşamak ise son derece zordur. O halde iki yol var: Birincisi toplumun kendini koruma içgüdüsünü görüp kabuğuna çekilmek ve her türlü dışlanmaktan korunmak. İkincisi ise dışlanmak ve dışlandığı halde içinden çıktığı toplumun geleceğine yatırım yapmak. İkincisi açıkçası bir adanmışlık ister. Bu kişiler, gerçek (hakikat) için her şeyden feragat edebilme kahramanlarıdır. Ve bu kahramanlar yaşadığı çağda olmasa da sonraki yıllarda hak ettikleri saygıyı alacaklardır ama ne yazık ki kendileri göremezler.

Sulhi Ceylan

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Muhammed , 09/09/2020

    Bugün kaygılarımdan dolayı uzun zamandan sonra gözyaşları döktükten sonra yazısınız bana çok iyi geldi. Gerçekten öyle: yarin ne olacağını bilemeyiz. Kaygıya karşı en iyi ilaç tevekküldür. İyiki sığınıcağım bir Allah’ım var!!

  • aklı karışık , 09/09/2020

    Kaygı meselesi beni çok oyalıyor. Şimdi sizin dediğiniz gibi korku, kaygı, endişe, anksiyete hepsi aynı kapı. Ve hepsinin temelinde aslında bir güven problemi var. Şimdi deniliyor ki en ciddi kaygı psikozda görülen yok olma, hiç olma, parçalanma kaygısı. Yani problem fazla temel ve yıkıcı. Psikozun geri dönüşü olmadığını söylüyorlar, ve kendinden çok emin psikanaliz bile bu adamlara doğru düzgün yardım edemiyor. Tek çıkar yol ilaç. Ama ben umutluyum, daha başka bir yol var. Psikoza bakalım ve insanın tek bir gerçeğe, hiçbir şeyin yıkamadığı tek bir dayanağa ne kadar muhtaç olduğunu, dayanak diye sırtımızı yasladığımız şeylerin aslında nasıl da bir anda silikleşebildiğini onda görelim… Tamam hadi patoloji olsun ama anlamsız, sonuçta aşka da fizyolojik açıklamalar getirebiliriz. İnsana böyle bakarsak sanat falan kalmaz.

    Ve kaygı bozuklukları artıyor, sürekli artıyor. İnsanlar hep daha güvensiz ve dayanaksız hale geliyor. Ama ana rahmi orda, fıtrat orda, birlik orda. Her insan bir kere bunu yaşadı. Herkeste o potansiyel mevcut. Ama işte tek soru kalıyor, nasıl? Belki de tek başımıza olmayacak asla beceremeyeceğiz. Eğer öyleyse hep beraber yapalım o zaman!

    Kendi düşüncelerimi desteklemek için meseleleri sürekli uç noktalara çektiğimi söylüyorlar. Böyle olabilir, bu yüzden en iyisi bunları aklından zoru olan birinin söylediğini göz önünde bulundurarak okuyun :)

    Topluma da iki şey demeden edemeyeceğim.
    Şimdi toplum da aynı akıl gibi. İkisi de sınır koyuyor ve sınırın dışında kalanlara nefes aldırmıyor. Ve Cemil Meriç’in şu sözü aklıma geliyor (hatırladığım kadarıyla):
    “Kaderimizi çizen toplum ama ona teslim olunca yokuz, denizdeki herhangi bir dalgayız artık. Dalgaların tarihi var mı? Kişilik bir olmayana olmayacağa bağlanıştır, görünen toplum içinde görünmeyen toplumu seçmek.”

    • Yahya , 09/09/2020

      Güzel kardeşim Rabbim şifanızı versin. Ruhi rahatsızlıklar için edebiyat etki değil bilakis yan tesir yapar. Hakeza dervişlik tevekkülü, dini çıkarımlar vs de işe yaramaz. Siz semptomik şeylerden bahsediyorsunuz. Hacamat taraması en başta tüm vücudunuza yaptırmalınız. Ve nebevi beslenme. Uzun bir süreç. Fayda görmezseniz o zaman tek yol ilaç.
      Bir ara okbli birinin blogunu okuyordum. Çok etkilenmiştim. Zira çok zor birşey.

    • aklı karışık , 09/09/2020

      Çok sağolun beyefendi. Ama üzgünüm, keşke yine her şeyi yanlış anlatmasaydım. Keşke kelimelerin herkeste aynı anlamı uyandırması mümkün olsaydı. Keşke haydi yapalım o zaman deseydiniz! Keşke diyorum keşke bebek ilk nasıl baktıysa dünyaya biz de bir kez öyle bakabilseydik. Keşke bir zerrenin yerinden ayrılmasıyla dünyanın nasıl harap olacağını, bu dünyanın nasıl silik olduğunu, bizim aslında sebeplere iman ettiğimizi, ol emrini idrakten acizliğimizi, ana rahminin imkanını, fıtratın ne olduğunu, ahiret duraklarını evimde yürür gibi nasıl bileceğimi de anlatsaydınız bana. İnsanların neden acı çektiğini, eksik olanın ne olduğunu, nasıl kandırıldığımızı, anlamdan yoksun bakışımızı, kendimize olan uzaklığımızı, muhtaçlığımızi, hem de çok muhtaçlığımızı gösterseydiniz. Bana imanın nasıl bir güven sağladığını anlatsaydınız. Güvenin ne olduğunu güvene niye ihtiyaç duyduğumuzu neye güvendiğimizi ezberlerimizi yalanlarımızı yüzüme çarpsaydınız. Ya da dil öncesinde çocuğun anneyle nasıl iletişim kurduğunu anlatsaydiniz da konuşarak neyi kaybettiğimizi görseydim. Belki o zaman insanların birbirlerini niye anlayamadıklarını bulurduk. Belki ordan yeni bir iletişimin imkanı çıkardı! O zaman her şey daha güzel olmaz mıydı?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir