Arkaya Doğru İlerleyelim

Otobüsün orta kapısına yakın, ayakta, topuklarımın sızısını beynimde hissederken fark ettim onu. Yan yana duran insanlardan ziyade üst üste yığılmış insan topluluğu, hatta insan yumağı arasında zar zor seçebiliyordum. En arka koltukta oturuyor, ifadesiz yüzü pencereden dışarıya dönük, içerde olup bitenle ilgisi olmayan tavrıyla ineceği durağı bekliyor gibiydi. Bir an önce yolculuk bitse de… diye başlayacak cümlenin kucağında, hatta bu cümlenin esiri. “Bir an önce” gözlerinin önünden geçiyor, “yolculuk” kirpiklerine yapışıyor, “bitse” bitmiyordu. İfadesiz yüzüne rağmen gözlerinin önünden geçen tüm renkler, şekiller toplanınca bir hayat hikâyesi oluşturabilirdi. Hikâyenin tek seyircisi olabilirdik otobüsün tüm yolcuları olarak. Benim dışımdaki herkes şaşırabilirdi bu hayat hikayesine, ben o kadar şaşırabilir miydim, bu kadar yakından tanırken onu?!

Otobüsün üzerimizde bıraktığı yıpranmanın tesiriyle aklıma ilk gelen; benim devamlı ayakta gittiğim, oturacak yer bulamadığım ve bir süre sonra, neden hiç oturacak yer bulamıyorum, diye sorgulamadığım otobüste; onun nasıl yer bulduğu oldu. Biraz sıkışık da olsa oturur vaziyette gitmenin lüksünü yaşıyordu. Topuklarımın sızısını daha derinden hissediyordum bu haset düşünce içime girdiği için. Yaşına hürmet ettiler herhalde. Bu zamanda mı? Evet, bu zamanda! Ne varmış onun zamanında? Belki hep arka taraflarda ayakta idi. Yolcuların ön taraftan devamlı olarak “Sıkıştık burada, arkaya ilerler misiniz?” sözlerinden rahatsız olup, bir iki adım gide gide, bazen yanındaki insanları rahatsız ede ede, sonunda düşe kalka en arkada buldu kendini büyük ihtimalle. Otobüsün doğası gereği, kendi isteği dışında olmuştur tüm bunlar. Çünkü hiç istemedi arkaya doğru ilerlemeyi, hayatı boyunca hep orta kapıya yakın olmayı istedi. Arka taraflarda motorun sıcaklığı insanın yüzüne yüzüne vuruyordu yaz kış. Virajlarda çabuk savruluyordu. Bir yere tutunması çok zordu. Ve gittikçe daha az koltuk kalıyordu. Oturma, dinlenme ihtimali azalıyordu insanın. Nasıl olduysa o da oturacak yer bulmuştu sonunda. Ama yüzünde bir sevinçten ziyade tedirginlik, memnuniyetsizlik vardı. Yıllardır ayakta gitmek istemsiz bir alışkanlığa sebep olmuş olabilirdi. Sıkıntının tam göbeğinde geçen tüm yolculuğun ardından, uzun zaman sonra bir yer bulup oturmuş ama hemen inecekmiş gibi tedirgin. O oturmadan önce kim oturuyordu acaba hiç düşündü mü? İnen kişi mi yoksa ayaktakilerden biri miydi yer veren? Ondan önce oturan indiyse o kişinin sıcaklığı mı rahatsızlık verdi? Neden hiç otobüsün içine bakmıyor. Çünkü bakardı eskiden. İçerdeki insanların yüzlerine bakardı. Sanki yüzlerinden onların hikâyelerini çözmeye çalışır gibi. Her birinin yüzüne dikkatli dikkatli bakardı. Bir anda dönüp ona bakarlarsa utanırdı. Kötü bir şeydi sonuçta tanımadığınız birinin sizin yüzünüze dik dik bakması. Hele ki tüm işlerimizi insanların yüzüne bakmadan yaptığımız şu vakitlerde. Göz göze gelmek şu modern dünyanın en barbarca davranışlarından biriydi. Ama tutamıyordu kendini. Her bir durakta inenlerin gittikleri yönde hangi evde oturduklarını tahmin etmeye çalışıyordu.

Otobüsün ilginç bir güzergâhı vardı: havuzlu villalar, çok katlı siteler ve gecekondular…  Her yerde kesinlikle bir durağı olan bu otobüsün içinde, insanların indiği yere göre, üzerindeki kıyafete göre; evin sahibi mi yoksa çalışanı mı, yoksa yolunu kaybetmiş biri mi olduğunu düşünüyordu. Bana göre hepimiz yolumuzu kaybettik aslında. Herkes bir yerden bir yere gidiyor ama kimse düşünmüyor artık bu yolu neden gidiyorum? Bu gidiş nereye? Kulaklık, kitap, pencereden dışarı bakmak gibi davranışların arasında, herkesle çok yakın ve aslında bu yakınlığın samimiyet göstergesi olması gerekirken, birbirinden uzak durmaya çalışan, mecburiyetten birbirine yakın insanlar topluluğu olarak, hep aynı yöne gidiyoruz. İçerde nefessiz kalmış gibi -ki öyle- indiği anda derin nefesler alan yolcular olarak otobüs bir yaşam alanı değil, bunun farkındayız/değiliz, bilmiyorum. O farkında olduğu için mi dışarı bakıyor artık? İlgilenmiyor hiçbir şeyle. Otobüsün içiyle alakalı ilginç hiçbir şey kalmadı mı? Göreceğimi gördüm yeter mi diyor içinden. Belki şu anda inmek istiyordur. Ama durak gelmeden inmeyeceğini biliyordur. Böyle bir deliliği, kendine yakıştıramıyordur. Öyledir herhalde. Şu an yaşadığım bir delilikten ibaret olmakla birlikte kişinin kendini değil, kendinin otuz yıl sonraki halini otobüsün en arka koltuğunda oturur halde görmesi ve ona dikkatli gözlerle, soğukkanlılıkla bakması, bu duruma hiç şaşırmaması, bana göre müthiş bir delilik! Bu deliliği kanıksamış olmak ayrı bir delilik. Evet, sanırım bu otobüsün içinde bir duraktan öteki durağa savrulurken delirdim ben. Şimdi de gördüğüm bir hayalin üzerine fikirler üreterek deliliğimi tescilliyorum. Ama ne kadar güzel oturuyor otuz yıl sonraki halim. Seviniyorum onun için. Başarmış, oturacak bir yer bulabilmiş. Hâlbuki ben, ayakta olan şu anki ben, boş bir yer bulup oturursam ne kadar mutlu olacağımın hayalini kurarken, aslında bu durumun hiç de matah bir şey olmadığını görmüş oldum. Kendisine buradan teşekkür ediyorum. Deliliğime. Hazır delirmişken,  acaba bu deliliğin verdiği cesaretle yanına gidip konuşmak nasıl olurdu ki. İşte bu, tam da kendi kendine konuşmak olurdu. Kendi kendime sorduğum ve cevapladığım… Otuz yaşındaki halim hâlâ aynı belirsiz ifadeyle otobüsten dışarı bakıyor. Otobüsün dışını arzuluyor. Bence inmek istiyor. İnemiyor. Ön taraftan bir ses geliyor. “Sıkıştık burada, arkaya doğru ilerleyin!” Rahatsız oluyorum. Etrafımdakileri rahatsız ederek arkaya doğru biraz daha yaklaşıyorum. Otobüs yolcu aldıkça aynı ses duyuluyor, usanmadan ilerlemeye devam ediyorum. Ben ona yaklaştıkça, bana bakar mı acaba, diye içimden bir şeyler geçiyor. Önümden insanlar geçiyor. Ben bazı insanların önünden geçiyorum. Tekrar görüyorum onu. Ben arkaya ilerledikçe o da çantasını toparlıyor, üstünü başını düzeltiyor, hazırlanıyor. Laflasaydık biraz! Tekrar aynı ses yükseliyor: “Arkaya doğru ilerleyebilir misiniz?” Bunun sonu yok. Adım adım ilerliyorum. Arka kapıya yaklaştığım sırada beni görmüyor bile. Kapı açılıyor ve iniyor otobüsten. Nereye gidiyor? Nereye gittiğini biliyor mu? Bilmiyorum. Ondan boşalan koltuğa kimse oturmuyor. Birkaç yolcu, otursana, der gibi gözümün içine bakıyor. Boş koltuk… Heyecan var mı? Yok. Otuz yılım gitti. Oturuyorum. Oturur oturmaz orta kapının tam önünde otuz yıl önceki halimi görüyorum. Ayak tabanlarının sızlaması yüzüne vurmuş. Oturacak yer bulmayı nasıl da arzuluyor. İstekleri var. Bense birazdan ineceğim. Beni görmedi henüz. Görse delirdiğini düşünür. En iyisi pencereden dışarıyı seyretmek. En iyisi, bu!

 

Ömer Can Coşkun

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Talip , 23/09/2020

    Maşallah, çok akıcı ve güzel bir hikaye, tebrik ederim. Gözlerimden uyku akıyor ama başlığını görünce bir göz atma ihtiyacı hissettim. Başlayınca da hemen bitiverdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir