360 Derecelik Bir Ömür

Muzaffer Bey yorgundu. Öyle ki emekliliğine az kala, hayattan da emeklilik vaktinin geldiğini hissediyordu. Yirmi yılı aşkın bir süredir vatanına, milletine ve bilhassa cebine çalışmış, didinmişti. İstanbul gibi bir yerin en kalabalık semtlerinden birinde şehir hayatının dibine batmış, hizmet yılı esası sigorta hesaplamalarına göre çalışma hayatında boğulmuş, ne var ki kendi hayatını ıskalamıştı. Böyle hissediyordu Muzaffer Bey. Büyük resimde yerini alarak üzerine düşen “fırça darbesi” ve “renk tonu” olma gibi görevleri hakkıyla yerine getirmesine, dönen çarkın bir dişi… hadi bir çentiği olmasına bakılırsa dünyanın son üç yüz yılında Batı’nın önderliğinde nice emeklerle inşâ edilmiş “Modern Hayat İnşaat A.Ş.” bünyesinde kendinden ne bekleniyorsa onu yapmıştı. Gittiği okullar, aldığı dereceler, Toplum Hayatına Uyum Yasası’nın yazılı olmayan fakat dışlanma, yoksunluk, tazir, ayıplanma gibi müeyyideleri gereği aksi göze alınamayan kuralları kapsamında edindiği ilişkiler, kız arkadaşları; katıldığı gruplar, dernekler, sosyal aktiviteler; aldığı eğitimler, kurslar; gittiği konferanslar, sempozyumlar, tiyatrolar, sinemalar… Hepsi ama hepsi, bir yer edinmek, bir maaş bordrosu, bir “ben de varım” sözü içindi. Evlenirlen dahi gayet faydacı düşünmüştü. Tabii sistemin en güçlü parçası olan “anne” faktörünün de cebren ve hileyle aziz bakirliğe tüm gücüyle hücûm etmesinin etkisi de yok değildi bu düşüncesinde. Annesinin, tüm bu koşuşturma içerisinde günlerden bir gün, damdan düşer gibi, bir namaz vaktinin girişinin kutsal ilânı gibi, “Artık vakti geldi…” sözüyle başlayan, zaman ilerledikçe de kerahet vaktinin, sisteme inanmış kalpler üzerinde suçluluk duygusu uyandıran telâşına güvenerek, “Geldi de geçiyor bile…” şeklinde biten merhametli birer nasihat görünümündeki emirlerinin ardı arkası kesilmeyince çalışmalara başlamıştı Muzaffer Bey. Ancak ağırdan alarak… Fakat gizemli bir ferasetle bunu da fark eden annesi, son ve karşı konulamaz kozunu öne sürerek Muzaffer Bey’i kıskıvrak yakalamış, karga tulumba nikâh masasına oturtmuştu: “Baban vefat etti. Mürüvvetini göremeden. Ben de göremezsem gözlerim açık gider. Ne yaparsın benden sonra? Şu hayatta bir eş insanın her şeyidir. Düzenli bir hayatın olur. Bir saygınlığın, bir şahsiyetin olur ele güne karşı. Yalnız mı ölmek istiyorsun? Bu işin yaşlılığı da var. Dünyanın bin bir türlü hâli var. Var da var. Bir başına yaşar gidersin de bir su verenin olmaz. Bir apartman köşesinde ölüverirsin de konu komşu cesedinin kokusuna gelip ancak bulabilir seni. Bu mu istediğin hayat? Etrafta sabi sünyan görünce hiç mi heveslenmezsin? Benim diğerlerinden neyim eksik, bir torun da sevmeyeyim mi? İnsanlar doğar, büyür, evlenir, ölürler. Hayatın kanunu bu. Karşı mı geleceksin a oğlum? Allah günah yazar mazallah! Hadi benim akıllı oğlum. Benim oğlum üzmez annesini. Bak, şunun şurasında kaç günüm kaldı ki? Bir dünya evine gir, anacığını da bahtiyar et. Hem senden ne güzel aile babası olur…” Ve oldu. Muzaffer Bey, olduğu onca şeyden sonra aile babası da olmuştu. İyisini kötüsünü Allah bilir ya en azından maksat hâsıl olmuştu. İki çocuğunu da okutmuş, onları da tıpkı kendisine yapıldığı gibi Modern Hayat Tapınağı’nın sunağına gayet süslü bir tepsi içerisinde modern tanrılara adak olarak sunmuş, bunun için ne gerekiyorsa yapmış, emekliliği ile sistemden büyük oranda çekilmeden evvel yerine bir değil tam iki beden bırakmıştı. Bu davada hanımı, hakikaten hayat arkadaşı olarak ona her türlü desteği vermişti. Annesine gelince… Bundan yıllar öncesi yukarıdaki sözlerle kendini acındıran bu eski toprağa hâlâ bir şey olduğu yoktu ve yaşı yetmişin ortalarında olduğu halde yakın bir zamanda olacak gibi de durmuyordu. Annesi, doktor kontrolleriyle ve kullandığı ilâçlarla yaşayıp giden, sağlık sektörüne vakfedilmiş oldukça gerekli ve faydalı bir ömrün nişanesiydi. Ruhu, ihtiyar bedeninin, yakında toprağa karışarak gübre vazifesi görmek ve toprağın verimliliğinin artışına katkı sunarak tarım sektörüne de faydalı olmak düşüncesiyle huzur doluydu. Yıllardır beslendiği toprağı besleme hayali… Bu hayaline kavuşuncaya dek şu sıralar, bu kez de torunlarının mürüvveti için uğraş vermekteydi: “Bu bahtiyarlığı benden esirgemeyin yavrularım, torunlarımın çocuklarını görmekten beni mahrum etmeyin…” Ve kalıbımı basarım, gün gelir de torunlarının çocuklarına hakikaten evlilik çağında yetişirse, onlara şu sözlerle dil dökebilme ihtimalinin istiharesine de yatıyordu: “A çocuklarım, ne olur, bana, torunlarımın torunlarını büyütebilmeyi çok görmeyin… Acıyın, merhamet edin bu pîr-i fânîye.” Ne var ki o nesil, büyük ihtimal bu “pîr-i fânî” denen şeyin ne olduğunu bilemeyeceklerinden, kime merhamet edecekleri hususunda kafa karışıklığı yaşayacaklar, bu defa zavallı ihtiyarın hayal kırıklığına sebep olacaklardı.

Uzun iş hayatının semeresi, bir ev, bir araba, bir aile olmuştu Muzaffer Bey için. Ancak kalabalık şehir hayatının, stresin, koşuşturmaya bağlı bu düzenin de bahşettikleri vardı elbette: şeker, tansiyon, kolestirol, astım, fıtık, karaciğer yağlanması, obeziteye göz kırpan kilolar… Aslında tüm bunlara rağmen şanslı sayılırdı. Çünkü bu hastalıklar çağında en popüler hastalık olan kansere henüz yakalanmamıştı. Organik ve doğal ürün adı altında ne varsa diğer ürünlerin en az iki katı fiyatına satılan bir devirde uzun yıllar fast food, hazır gıda, gayet pratik, leziz ama bir o kadar da sağlıksız atıştırmalıklarla geçen uzun yıllar, şimdilik ona, yukarıdaki hasarları bahşetmişti. Eh, buna da şükürdü. Belki biraz vakti olsa, maaşının belirli bir kısmını spor salonlarına ayırabilirdi ancak paradan çok zamanın önemli olduğu ajandasında maddî yatırımlara ve yeni iş projelerine yoğunlaşmak daha cazip gelmişti. Tüm bu meşguliyetin kıskacında spora, belki yarın belki yarından da yakın temennisiyle bir pay ayırarak bu yaşa kadar gelmişti. Eh, bundan sonrası için de spor, onun açısından ancak tempolu yürüyüş tarzı hafif egzersizler olurdu. Gün geldi, emeklilik kapıya dayandı. Biriktirdiği yıllık izinlerinin ardından çalışmaya devam etme gibi bir plânı vardı tabii ancak başta da belirtildiği gibi Muzaffer Bey yorgundu. Belki ileride, sektördeki tecrübelerine binaen uzmanlık ve danışmanlık yapabilirdi fakat şu an için tek isteği dört başı mamur bir tatildi. Uzun bir tatil… Bunun için de nicedir ziyaret etmediği babasının kabrinin bulunduğu köy, bu köye yakın, şimdilerde virane olması gereken doğduğu çiftlik evi biçilmiş kaftandı. Uzun iş hayatındaki kazanımı neticesinde zihnine yerleşen “bir taşla iki kuş” anlayışı, tatilin tatil olmaktan başka bir amacı da olmalı, şeklinde bir düşünceye sevk etmiş olacak ki Muzaffer Bey, sonunda eşi Yelda Hanım’la yollara düştü. On saatlik bir kara yolculuğunun ardından geldikleri bu köy, onlara ilk etapta oldukça ilkel görünmüştü. Ancak mezarlıkta yaşanan duygusal anlar, sonrasında köy halkından sorup edenlerin tanış çıkmasıyla yüzlerde açan gülücükler, davetler, ikramlar, temiz hava, hepsi bir araya gelerek burayı Muzaffer Bey ve hanımına sevdirmiş, buram buram samimiyet ve sıcaklık kokan bir yer hâline getirmişti. Ve köydeki o ilk gece… İşte, Muzaffer Bey’in o şaşılası kararı almasına sebep olacak o geceki yaşananlar, meğer akrabası olan köy muhtarının evinde gerçekleşecekti.

Onca lezzetli ve sağlıklı yemeğin ardından, dağlardan gelen maşrapa maşrapa buz gibi su ve yayık ayranı sonrasında yatmaya çekilen Muzaffer Bey, Yelda Hanım’ın aksine yeme içmeyi epey abartmış, ne var ki havanın temizliğinden mis gibi bir uyku çekmek üzere bebekler gibi mışıl mışıl uykuya dalmıştı. Ta ki o uykuyla uyanıklık arası, o tanıdık, o muhteşem derecede rahatlatıcı, o huzurlu tebessüme yol açan, o çocukluğun ele geçmez hissini ve aynı zamanda da pişmanlığını, büyük kokusunu yaşayana dek… Bu kesif koku… Bu sıcaklık… Bu diken üstünde rahatlama hâli… Muzaffer Bey, bir irkilmeyle uyandı ki ne uyanma. Yelda Hanım, deprem oluyor sanmıştı. Ancak durumun farkına varınca en az Muzaffer Bey gibi o da neye uğradığını şaşırdı. Saat, gecenin üçüydü. Koskoca adam, çocuklar gibi çişini tutamaz da altına kaçırır mı hiç? Kaçırmıştı. Ancak bu işte, çocukluğundan bu yana daha bir kontrol kazandığını fark etti. Önceden olsa, bu kadar çabuk uyanamaz, o, insana kendini tuvaletteymiş gibi gösteren o meş’um aldatıcı rüyayı hemen yarıda kesip yataktan fırlayamazdı. Hâlbuki şimdi, kalan izden anlaşıldığı üzere bunu başarmıştı. Yelda Hanım, çantasındaki ıslak mendillerle, “Tüh, rezil olacaktık az kalsın, koskoca adam… Çocuklar gibi… Allah Allaaah…” gibilerden homurdanarak temizlik yapadursun, Muzaffer Bey, tuvaletteki işini bitirip balkona çıkmıştı. İşte, ikinci vurucu ânı da burada yaşadı. O bol oksijenli havada gecenin bağrına sapladığı çakmak ateşinden sonra yaktığı sigarasını tüttürürken birden bire ağlamaya başlaması, Muzaffer Bey’i derinden etkilemişti. Çocukluğu, anıları, babası, doğup büyüdüğü çiftlik evi, doğa, orman, tarla, bağ, bahçe… Yokluk ama huzur, mahrumiyet ama mutluluk, samimiyet, insanlık, doğallık… Meğer yıllar içerisinde tüm bunlardan ne kadar da uzak kalmıştı. Şimdi olduğu şey, o zamanlardaki kişi miydi? Ve dahası, bu gözyaşlarına, çocukluğunun en kıyı köşe anılarını gün yüzüne çıkaran utanç verici bir idrarını kaçırma hadisesi mi sebep olmuştu? Ya bu sükûnet, yaprak hışırtıları, kuş sesleri… Araba sesi yok, şehir gürültüsü yok, hava kirliliği yok, koşturma yok, telâş hiç yok… Hele balkonun ışığını yaktıktan sonra üşüşen, başının üzerinde pervaneler gibi dönen envai çeşit rengârenk kelebeğin arasında oturmak ve geceyi dinlemek… İşte, Muzaffer Bey o an karar vermişti. Yıllar boyu bir şeyleri yanlış yapmıştı. Şimdi bunların telafisine adayacaktı kendini. Aynı hataya çocuklarının düşmesine asla göz yumamazdı.

Ertesi gün Yelda Hanım’a meseleyi açtığındaki heyecanı ve tutkusu, Muzaffer Bey’in konuyla ilgili ne kadar ciddi olduğunun açık deliliydi. Bu sebeple Yelda Hanım, tüm çekincelerini ve itirazlarını sıraladıktan sonra eşinin birbiri ardına düzdüğü mantıklı gerekçeler çerçevesinde “Eh, ne diyeyim, peki, bundan sonrası da böyle olsun bari,” demek durumunda kaldı. Muzaffer Bey, hemen ilk olarak telefon görüşmeleriyle çalışmalara başlamıştı. Emeklilik tazminatı ile birlikte tüm birikimini, doğup büyüdüğü çiftlik evini onarmaya, burada bir hayat kurmaya ayıracaktı. Kaybettiği saflığını, insanlığını, ıskaladığı zamanı, mutluluğu ve sağlığı ancak bu şekilde geri alabilirdi.

Çiftlik denen bu yer, ormanın içerisinde bir evden ibaretti. İçerisinde balıkların ve küçük yılanların oynaştığı, kurbağaların vırakladığı, yengeçlerin cirit attığı berrek mı berrak bir akarsuyun yanıbaşında iki katlı bir ahşap ev… Altında bir ahır, sağında bir samanlık, solunda bir fırın ve ardiye ile Muzaffer Bey için buram buram anı kokan bir yerdi burası. Şehre ve sisteme dair ne varsa burada hiçbiri yoktu. İşte, sonunda öyle bir kaçışa imza atacaktı ki Muzaffer Bey’in kendi bile şaşıracaktı. İnternet yoktu. Televizyon yoktu. Medeniyet nâmına bir elektrik getirtilebilirdi, o kadar. Yıllarca tükenmiş, yenmiş, bitirilmişti. Sistem tarafından yere atılıp cilâlı ayakkabısının topuğuyla ezilen bir izmaritmiş gibi hissediyordu kendini. İşte şimdi doğaya, insanlığına dönüş başlamıştı. İşlediği günah sebebiyle atıldığı dünya sürgününden, affedilip de cennete kabul edilen Hazreti Âdem’in dönüşü gibi bir his içerisindeydi. O an gerçek yüzünü görüp şeytanı bellediği, şehirleşme adındaki o kıpkızıl, o sulu elmayı hatur hatur mideye indirmesine sebep olan modern hayata imâlı bir bakış atarak şöyle fısıldıyordu: “En güçlü sen değilsin! İşte bak, geç de olsa farkına vardım ne yapmak niyetinde olduğunun. Çarkını kırdım, attım. Affedildim. Yeniden kabul edildim. Beni aldatıp sürdüğün şirket hayatına rağmen doğa ana yine kabul etti beni ve bastı bağrına. Çatla, patla, kıskan, kinini kus! Ne yapsan faydasız bundan böyle…” Bu uğurda karşılaştığı zorluklar, kararlılığını bilemekten başka bir işe yaramadı. Çiftlik evinin, zannettiğinin aksine çok daha kötü durumda olması, masrafı en az ikiye katlamıştı. Sonra, çocukların itirazı ve bu işten onu vazgeçirmeleri de faydasızdı. Muzaffer Bey, dediğine göre onlar için de çalışıyordu. Onlar ve onların çocukları için de… Hayat doğada, diyordu, gelecek doğada. Ve bu yeni hayata, şimdilerde tüm kirinden elini yıkadığı modern hayatın yüzü suyu hürmetine kavuşabileceğindeki dilemma üzerinde kafa yormaya gerek duymadan ekliyordu: “İnsanlar, gün gelecek, betonlardan, asfaltlardan, teknolojiden; dağlara, ormanlara, toprağa kaçacak. İşte o zaman da yer bulunmayacak ve bu uğurda savaşılıp mücadele verilecek. Şehir hastalıktır. Bitiyoruz, tükeniyoruz, farkında değil misiniz? Dua edin ki dedenizden kalma bir yerimiz var ve biz, burayı değerlendireceğiz. İtiraz istemiyorum!” diyor da diyor, anlatıyor da anlatıyordu. Bir yandan da resmî prosedürlerle uğraşıyordu. Öyle ya, yüce sistem bu tekditkâr durumun farkına varmış olacak ki tüm gücüyle saldırmıştı Muzaffer Bey’e. Önce tapu sorunu çıkmıştı. Sonra yerleşme izni, elektrik getirtme kuralları, su bağlama problemleri, kanalizasyon… Ama Muzaffer Bey de dünkü çocuk değildi. Sistemin çalışma yöntemini biliyordu. Uzun şirket tecrübesi ona, mobbing kavramını tüm detay ve yüzleriyle öğretmişti zaten. Bu, düpe düz yıldırma politikasıydı. Derken masraflar üçe hatta dörde katlandı. İstanbul’daki evi bu uğurda gözünü kırpmadan satan Muzaffer Bey, nihayet onarım ve inşaat sürecine geçebilmişti. Ve neredeyse bir yılın sonunda Yelda Hanım ile birlikte yerleştikleri bu tüm kaygı, korku ve yapaylıktan uzak doğal yaşam, onları sımsıkı kucaklamış, esen tatlı rüzgârın etkisiyle hışırdayan ağaç yaprakları, bir tebrik alkışı edasıyla kulaklarında her gün çınlamaya başlamıştı.

İlk zamanlar, tarifi zor bir tamamlanmışlık hissi sürüp gidiyordu. Çocuklardan büyük olanı bu süre zarfında dünya evine girmişti. Bu, sistemin bir nevi korkakça ve alçakça intikamı sayılabilirdi ama dert değildi. Ailenin yeni üyesiyle birlikte diğer kardeş de tatillerde, fırsat buldukça buraya anne baba ziyaretine geliyor, artık onlar da, “Ne iyi ettiniz, şehrin yaşanacağı kalmadı artık,” gibilerden serzenişlerde bulunur olmuşlardı. Bu ve bunun gibi sözler duydukça Muzaffer Bey mutluluktan yerinde duramıyor, kabına sığmıyordu. Yelda Hanım’ın da -her ne kadar altın günleri, arkadaş toplantı ve buluşmaları, alışveriş ayinleri gibi alışkanlıklarını bırakmak zorunda kalsa da- durumdan memnuniyeti, Muzaffer Bey’i hepten dört köşe bir şekilde bağ bahçe işleri yapmaya sevk ediyordu. Artık daha dinç uyanıyor, daha zengin hissediyordu. Annesinin âhir ömrünü yanında geçirmesi gerektiği kararını aldıktan sonra, iyi bir aile babasından öte şimdi bir de iyi bir evlât olduğunu ispat ediyordu. Bu yıllar, Muzaffer Bey’in günah çıkarma yıllarıydı.

Günler böyle geçedursun, yıllardır acımasız Kapitalizm’in temposuna alışmış Muzaffer Bey, “bir şeyler yapmalı” diyerek işe koyuldu. Bağ bahçe yeri açmak için hatrı sayılır bir alandaki ağaçlara kıymak zorunda kaldı. Önceleri bu ağaçlar için vicdan azabı çekse de sonrasında bunun gerekli olduğunu düşünerek, “ıslah etmeden olmaz” demeye başlamıştı. Fasulye, domates, kabak, salatalık derken meyve ağaçlarıyla birlikte birçok uğraş vererek güzel, geniş bir bahçe elde etti. Fakat yetmezdi. Sessizliğin giderek artması ve artık iç dünyalarına da kök salması, Yelda Hanım ile birlikte tekdüze bir hayata doğru sürüklendikleri hissine kapılmalarına sebep olmuş, Muzaffer Bey’i daha bir aceleci hâle getirmişti. Ve bu kez başladı kardeşlerini de buraya gelip ev yapma, yerleşme konusunda ikna çabalarına. Geldiler. Uzun bir inşaat sürecinden sonra tam dört ev olmuşlardı. Fakat ağabeyi, “İyi hoş da burada böyle ömür mü geçer, bizimkiler internetsiz, televizyonsuz yapamaz,” diyerek telefon bağlantısı, internet vb. sistem ajanlarıyla bu güzelliğin bekâretine halel getirmişti. Ancak bu, sadece bir başlangıçtı. Kardeş çocuklarının gelmesi, Muzaffer Bey’in kendi çocukları için yaptırdığı inşaatlar, akarsuya atılan çöpler ve bağlanan kanalizayon, bir şeylerin değiştiğinin ve daha da değişeceğinin habercisiydi. Önce, derede kımıldayan balık, yılan, yengeç nüfusunun azaldığı gözlemlendi. Sonra geceleri cırcır böceklerine eşlik eden kurbağaların sesi dinmeye başladı. Ardından, biriken çöpler sebebiyle artan sinek nüfusuna, gitgide genişleyen tarlaların aşkına katledilen, odun yapılan ağaç cesetleri eklenmişti. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir av merakıdır aldı bu geniş ailenin erkeklerini. Yaban domuzları, kurtlar, sansarlar, gelincikler… Doğal ortamında yaşayıp giderken sırf renginin güzelliğinden öldürülen yılanların ardı arkası kesilmedi. Postları ve derileri duvarları süsledi, kafaları ve içleri doldurularak birer aksesuar olarak kullanılan cansız bedenleri, gelen internetin sunduğu imkânla sosyal medya hesaplarında kâh övülerek kâh yerilerek paylaşıldı durdu. Yağmur yağdığında çamur oluyor serzenişiyle mümkün olan her yere betonlar atıldı, taşlar döşendi. Çimento, kireç, tuğla, briket, harç, demir… Dört bir yandan yeşile ve canlıya topyekûn bir savaş açılmıştı sanki. Muzaffer Bey ile Yelda Hanım, bir sabah kahvaltısında, kendilerini, şöyle konuşurlarken bulmuşlardı: “Ne iyi oldu sizinkilerle bizimkilerin gelmesi, değil mi?” “Tabii canım, neydi o öyle, ölüm sessizliği vardı. Şimdi ne güzel, çocuk sesleri, komşuluk, gitmeler, gelmeler…” “Aynen öyle. Alışmışız canım biz, yapamayız öyle köylüler gibi…” “Sorma… Medeniyet başka şey canım… Hayvan mıyız ki ormanda yaşayalım? Bak, nasıl da bir şehir görünümü aldı etraf…” “Böyle temiz havası olan şehir az bulunur bu zamanda. Şanslıyız vallahi.” “Hem de ne şans… Hadi, şu french press ile bir filtre kahve yap da içelim, hayatım. Hah, şuradan bir Bach da açarsan pek makbule geçer.”

İlerleyen günlerde aile, burayı, para kazanılabilen bir yer haline getirmeye karar verdiler. Alabalık tesisleri, doğal park ve yürüyüş parkurlarıyla işletilebilecek, olabildiğince müşteri, kalabalık çekecek ihtimaller üzerine kafa kafaya verip düşünmeye koyuldular. Gelgelelim, kirletilen suda değil alabalık, pisliğe alışık kurbağalar bile yaşayamaz olmuştu. Bu sebeple çıkardığı gazla havayı kirleten ancak suyu belli bir ölçüde temizleyen motorlu makinelerle işe koyuldular. Betonlar atıldı, yapay havuzlar boylu boyunca dizildi. Devletten gerekli izin, belge, evrak gibi usûller de halledilmişti. Çevre köyler, bölgenin turizme açılmasına ve tanıtılmasına katkı sağladıkları için bu geniş aileyi destekliyordu. Tesisleri daha görünür kılmak, ısı ve enerji için yakacak ihtiyacını karşılamak üzere kesilen ağaçlar da Orman Koruma’dan birkaç tanıdığa ziyafet ve belirli bir meblağ karşılığında kitabına uydurulmuş oldu. Muzaffer Bey, girişimciliği ve ileri görüşlülüğü sebebiyle böbürleniyor, Yelda Hanım, eşiyle gurur duyuyor, çocuklar, kendilerine kalacak bu imparatorluğun varisleri olarak ortalıkta boy gösteriyordu.    

Ölen öldü, giden gitti, kalan kaldı. Zaman içerisinde büyüyüp gelişen çiftlik, bir köy halini aldı. Belediyelik oldu, seçimler yapıldı, asfaltlar atıldı. Muzaffer Bey ile Yelda Hanım’ın kabirleri köyün girişinde yer alıyordu. Bir öncü olarak köye, Muzaffer Bey’in ismi verilmişti. Burası artık Muzaffer Köyü’ydü. Halkı, doğaya karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Sistemin neferleri olarak buraya da internet kafeler açılmasına, baz istasyonu kurulmasına, bakkal, kahvehane, okul hatta otel inşâ edilmesine ön ayak olmuşlardı. Tüm bunlar olurken hepsine şahitlik eden büyük büyük büyük anne, yüzünü aşmış, torunlarının torunlarının çocuklarına yattığı yerden evcilik oyununu talim ettiriyor, onları daha şimdiden evlilik hayatına hazırlıyordu. Köyün kasaba olması için muhtarlık ve ihtiyar heyeti var güçleriyle çalışıyorlardı. Fakat elbette bu durumdan sıkılan, bunalan insanlar yok değildi. Bu azınlık, her şeye rağmen doğaya kaçmakta, sığınmaktaydılar. Fakat doğanın kaçacak, sığınacak yeri git gide azalıyordu.

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Edebifikir Okuru , 19/10/2021

    Hikaye beni o kadar çok etkiledi ki Muzaffer Köyü diye arama yapıcaktım gogılda az daha :)
    Şu an arama yapmamak için kendimi zorluyorum bir yandan da ne kaybederim ki yapsam diye düşünüyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir