15 temmuz 2016’dan sonra şekillendirilen propagandalardan birisi de “tarikat ve cemaatleri diyanete bağlayalım” diye sloganlaştırıldı. herkesin yaşı yetmez ama daha evvel de “diyanet’i cemaatlere bağlayalım!” diye bir öğütücü tartışma vardı. birbirine zıt ve köklü bir kavrayıştan uzak bu lafların ortaya çıktığı takvime bakılırsa anlayacağımız şey şudur: nonoşların devleti, nato’nun devleti türklerin hayatını günden güne parselleme faaliyetine fasılasız devam ediyor. bir zamanlar “din ü devlet” diye formüle edilen yapıdan bugüne “din” kısmını çıkarıp geldik. ama devletle yan yana koyduğumuz “din”i şimdi nereye koyacaktık? 1928’den beri bu konuda belirsiz, kararsız bir vaziyet var. 1839’dan bu yana “devletimiz”in içten içe hissettiği, şark meselesinin hedefine konmuş türkiye’nin bu varlık yokluk denkleminden halka ve halkın sosyal ve kültür yapısını teşkil eden islâmiyet’e istinat etmeden çıkamayacağı idi. bunu açıkça itiraf etmedi, belki de edemedi demek lâzım. kibrinden bunu göremeyen “devletlûlar” da olmadı değil. onlara metin eloğlu’nun “toprak” şiirindeki gibi muamele etmek lâzım.
varoluşumuzu ve daha da derinde varlığımızı kendisinde bulduğumuz islâmiyet’in yerinin bariz ve aşikare bir şekilde hayatımızda belli bir şuur etrafında tuttuğu yeri kendimize söylemediğimiz için girift ve tuhaf birçok sıkıntıyla baş başa kalıyoruz. bunun en başta geleni, yersiz bir düşüncenin türkiye’de dillendirilebileceği bir zihniyet ve anlayış vasatı bulmasıdır. o düşünce şudur: on sekiz yaşını ikmâl etmeyen bir kimseye dine ve inanışa dair dersler vermek yanlıştır, mekteplerden bu dersler kaldırılmalıdır. yine bununla irtibatlı olmak üzere çocukların yaz kur’an kursları gibi yerlere gitmesine de mâni olunmalıdır. böyle cümleleri sarf eden kimselerin kendi çocuklarına da herhangi bir dinî telkinde bulunmayacaklarını, çocuklarının on sekiz yaşına gelince kendisinin dilediği kararı vereceğini ve kendilerinin hür düşünceli, liberal insanlar olduklarını söylediklerine şahit olabiliyoruz. türkiye’deki muhafazakâr demokratların düştüğü hâllerden sonra böylesi düşünenlerin sayısı da, çeşidi de arttı diye tahmin ediyorum.
ihsan eliaçık, lût kavminin hastalığına cevaz verdi mi bilmiyorum ama türkiye’de günden güne “üçüncü cinsiyetçiler”in meşru kabul edildiği liberal anlayış yayılıyor. bunun ilginç tezahürlerinden birisine cumhuriyet gazetesinin internet sitesinde okuduğum “lisedeki büyük lgbti direnişi” serlevhalı haberdi. tabiî, bunu okuyunca insan bir lisede barikat kurulmuş da lgbti diye ismi hafzedilen (kısaltılan) bir örgüt fiilî mücadele veriyor sanabilirsiniz evvela. o kadar, hinliğe ve türkçe fukarılığına katlanacaksınız artık. haberin tarihi 20 kasım 2015 ve hilal köse diye biri tarafından kaleme alınmış. haberde birtakım liseli gençlerin “üçüncü cinsiyetçi” oluşlarını hangi şartlarda ve nasıl savunduklarını anlattıkları bir toplantıdan iktibaslar yapılmış. bu gençler on sekiz yaşını ikmâl etmiş değiller. yani devletimizin ürettiği kanunlara göre on sekizinden büyük birisi bunlarla cinsî bir münasebete girse cezai müeyyidelerle muhatap olur, çünkü suç işlemiş kabul edilir. cumhuriyet gazetesinin o tarihteki editörleri, demek ki bu gençlerin cinsiyet konusunda tercih yapabileceklerini kabul ediyor ve gazetelerinde onların övünerek yaptıkları işleri özgürlük adına haberleştiriyor. haberleştirilen toplantı ise istanbul bilgi üniversitesi çocuk çalışmaları’nın (çoça) tertip ettiği bir forum. isveç enstitüsü diye bir yer varmış ve bunların “genç sesler” projesi kapsamında düzenleniyormuş bu forum. ayrıca orada eğitim-sen’li rehber öğretmenler de bulunuyormuş. o zamanki adıyla “aile ve sosyal politikalar bakanlığı” eksik sadece! ama bakmayın orada olmadığına, zihniyet olarak orada zaten. nasıl mı? şöyle: 2005 yılında çıkan “çocuk koruma kanunu”nda bu meseleye dair bir madde yok. bakanlık, avrupa konseyi’nin 2016-2021 yılları arasını şâmil olan “çocuk hakları stratejisi”ni sitesinde yayınlamış. bu stratejide lûtî çocukların, lûtîliklerini geliştirmeleri önündeki “engel”leri kaldırmaya müteveccih ifadeler yer alıyor!
biliyorsunuz, şu yıllarda en netameli, buhranlı meselelerimiz aile müessesimiz ve cinsiyet etrafında toplanmış vaziyette. bunlardan biri de “çocuk gelin” diye tabir ediliyor. türkiye’de 13, 14 yaşında kızların evlendirilmesi bir vakıa mı? evet. bu bir zulüm olarak mı meydana geliyor? evet. çok su götürür, çok tartışılır tarafları var ama son tahlilde bu tür evliliklerin vuku bulması bir zulüm hâlinde oluyor. akıl, tarih, hukuk ölçülerinden öte vicdanla bakılacak bu meseleyi daha etraflıca ele almayı bir başka yazıya bırakarak bunun alt başlıklarından birine dikkat çekmek istiyorum. on sekiz yaşından küçük kızlarla, severek ve “kız kaçırmak” suretiyle evlenmiş, genç erkekler var. 7 mayıs 2018 tarihli gerçek hayat’ta sevda dursun’un “evlilik affı ne zaman gelecek” serlevhalı haberlerinde şu satırlara yer verilmiş: “türkiye’nin bir gerçeği olan küçük yaş evliliklerine getirilen cezalar, bu evliliklerin önüne büyük oranda geçebiliyor artık. fakat gittikçe ağırlaşan ve tecavüz kapsamında değerlendirilen bu yasalarla birlikte 4 bine yakın aile bu durumdan mağdur olurken, 9 bin çocuğun babası da tecavüzcü damgasıyla hapiste. bunların hepsinin sebepleri aynı olmamakla birlikte, aynı kefeye koyulup yargılanmaları kadını koruyacak yerde daha çok mağdur ediyor. gelen talepler üzerine iki yıl önce bu mağduriyetlerin giderilmesi adına bir çalışma yapıldı. mecliste görüşülen yasa tasarısı doğru anlatılamadı ve bazı kadın örgütleri öncülüğünde ‘tecavüzcüsüyle evlendirme kanunu’ şeklinde topluma lanse edildi.” deniyor. biliyorsunuz, türkiye’nin sosyal yapısına uygun olmayan bir medeni kanun, fatma şahin’in bakanlığı devresinde çıkmıştı. hani o meşhur “zinanın kanunen suç olmaktan çıkarıldığı” kanun. avrupa birliği’ne intibak etmek uğruna yapılmıştı. görünürde avrupa birliği lafları kalmadı ama bu kanunların zulmü devam ediyor. geçen yıllarda internette gördüğüm bir haberin videosunu unutamıyorum. cinnet geçirip karısını ve kızını tüfekle öldürmüş bir adam apartmanın balkonunda dolanıp duruyor. kameraların kendisini çektiğini görünce parmağını aşağıya doğru sallıyor: “o fatma şahin ölmedikçe, bu işler düzelmez!” bu medeni kanun’dan sonra “mağdur babalar derneği”nin kurulduğunu okumuştum. sevda dursun’un haberinden ise “mağdur kadınlar platformu”nun kurulduğunu ve “tek suçumuz sevmek” sloganını seçtiklerini öğrendim. platformun başkanı mahinur bilmez şunları demiş: “eşimle kaçtığımız zaman ben 14 yaşında, eşim de 17 yaşındaydı. düğünümüzü yaptık, telli duvaklı gelin oldum. hiçbir şikayet olmadığı halde kamu davası açıldı ve eşim iki ay tutuklu kaldı. bu cezanın geleceği, düzenimizin yıkılacağı aklımızın ucundan geçmezken 7 yıl sonra, 7 yıl 7 ay ceza geldi eşime.”
bütün bunları bir araya getirince ne düşünmemiz gerekiyor? devletin mevcut kanunları vatanımızın babalarına, kadınlarına, çocuklarına, ailelerine ne yapmak istiyor? mevzuya türkiye’nin din’i nereye koyacağını bilemez hale geldiğini tespit ederek başlamıştık. bektaşi’nin dediğinin tersi bir durum var sanki ortada. devletmiz, yersizlikten değil dinsizlikten yapıyor bütün bunları.
mehmet raşit küçükkürtül