Davut Bayraklı’ya…
Kasvetli bir ofis ortamıydı. Odaya, kesif bir sigara dumanı hâkimdi. Herkes işine gücüne gömülmüşken o, içinde tepinip duran sıkıntıyı avutacak bir çare düşünmekteydi. Sıkıntı deyip geçmeyin! Birkaç gün evvel Edebikir’de, can sıkıntısı mevzuunda çıkan tartışma nerelere vardı, bir bilseniz… Can sıkıntısı vesilesiyle gündem olan “bid’at” kelimesinin lügat ve ıstılah manasından tutun da yaklaşık 30 yıldır sıkılmakta olduğunu beyan eden Bahadır Dadak üzerinden infilak eden münakaşaya varana kadar… Edebiyatı, kişinin gereksiz şekilde gerçekliğe müdahale çabalarından ibaret bir olay olarak gören, kalemi kavi bu arkadaşımızın cevap mahiyetindeki yazısıyla da patlak veren edebî bombanın radyasyonu, -benden duymuş olmayın ama- ilerleyen günlerde daha geniş mecralara yayılacak gibi. Bu meseleyi -her iki taraf da birbirlerine yakıştırdıkları bu ifadelerden razı olmasalar da- “Bohemyalılar” ile “Sözde Devrimciler”e bırakarak ben, kasvetli ofis ortamına geri dönüyorum.
Günlerden salıydı. Bir ikindi vakti. Demek ki pazartesi sendromunun üzerinden saatler geçmişti. Yaşı 29’du. Bu, 27 yaş sendromuna yakalanmak için iki yıl geciktiğinin deliliydi. Böylelikle sıkıntısının, herhangi bir sendromla alakalı olmadığını anladı. Birkaç dakikayı da bu duruma şaşırmakla berhava etti. Mesaiden ne kadar yese o kadar iyiydi. Şu gudubet sıkıntının halli noktasında önünde tek engel, sebebi hususunda herhangi bir teşhis koyamamasıydı. Düşünmeye devam etti. Aylardan eylüldü. Daha da beteri, Eylül’ün 26’sıydı. 2017 senesinin, üç vakte kadar ölüm döşeğine düşeceğinin habercisiydi bu serin gün. “İşte bu kadar!” dedi içinden. Giderek büyüyen hafakanın nedeni bu olsa gerekti. Bugün, modern bir kurumsallığın mahkûm ettiği şu Samandıra hapishanesinden firarın tam zamanıydı. İyi de nasıl? Cebinde beş kuruş yoktu. Durdu… Bu ifadenin, Hak katında nankörlük sayılabileceğini düşündü. Cebinde sadece beş lira vardı. Hah, şimdi olmuştu. Düzensiz masasından başını kaldırdı, soluna baktı. Orada, bir tek futbol konuşurken edebiyattan sıyrılabilen Mehmet Erikli’yle göz göze geldi. Hakkında; “Hepimiz, Erikli’nin ‘Kapı Sesi’nden çıktık” dediği bir yazardı o. Bir öykücüyle göz göze gelmişseniz, bunu anlarsınız. Eğer ki tüccar değilseniz. O da anladı. Mehmet Erikli de bu tuhaf mahpusluktan kurtulmak istiyordu.
Sonra ikisinin gözleri, bu büyük kaçışın cürmüne omuz verecek bir yiğit arayışıyla ofisin sağ köşesinde kilitlendi. Bu yiğit, kilise tarihinin karanlığından argo lügâtin inceliklerine, kıyıda köşede kalmış siyah-beyaz filmlerin setlerinde geçen hadisâttan edebiyat mahfillerindeki dedikodulara varana kadar türlü meselelerde bilirkişi sıfatını hakkıyla haiz Davut Bayraklı’dan başkası değildi. O gün, çevresine yaydığı nezih bir asabiyetle masasında oturan Davut Bayraklı’nın bakışları, teknolojiyle bitmek bilmeyen kavgasına ters düşen bir ilgiyle bilgisayar monitörüne sabitlenmişti. Mehmet Erikli’yle diğeri, bugün Davut abilerinden kendilerine ekmek çıkmayacağını anlamakta gecikmediler. Ranza mesabesindeki masalarından yavaşça doğrulup kendilerini, sigaradan daha zararlı olduğu uzmanlarca tespit edilmiş İstanbul trafiğini göze alarak, büyük bir buluşmanın kollarına atıverdiler. Hani o an fonda, Gheorghe Zamfir’in meşhur panflüt ezgisi çalsa sırıtmazdı. Sırıtmak derken; benzin almak için arabayı durduran Mehmet Erikli’nin marketten, sırıtmayı andıran bir yüz ifadesiyle imalı imalı gülümseyerek çıkışı, bizimkisini meraklandırmıştı. Erikli’nin elindeki poşeti son anda gördü. İvedilikle poşetin içine baktı. Anlamıştı, o da güldü. Poşette, üzerinde “Elit” ve “Bohem” kelimelerinin yazılı olduğu bir çikolata kutusu vardı.
Eski Alkım Kitabevi’nin önünden ilerleyen ikili, çok geçmeden birbiri ardınca kucaklaşmalara ve ayaküstü bir hasbihale muhatap oldular. Önce, sohbeti de en az yazıları kadar hararetli olan İbrahim Aksu; sonra, vakar ile nüktedanlığı mizacında ustalıkla cem edebilmiş, böylelikle Üstad Muharrem Cezbe’nin iltifatına dahi nail olmuş Mehmet Raşit Küçükkürtül; en son da, şiir ve tefekkür hususunda olduğu kadar Akakiy Akakiyeviç’ten miras aldığı paltomsu kıyafetiyle nevi şahsına münhasır bir şahsiyet olan Sulhi Ceylan meydanı teftiş etti. Hemen hiç vakit kaybetmeden muhtelif konularda ihtilafa düşmeye, daha buluşmadan evvel azm u cezm u kast eylemişler gibi mevzulara dalıverdiler. İlk ses, Mehmet Raşit’ten çıktı. Uzaktan görünüveren Sulhi Ceylan’ın kalabalığın arasında bir müddet onları aramasını seyretmek ve böylelikle keyf etmek niyetindeki Küçükkürtül’ün bu muzip planı, bizimkinin havaya kalkan el işaretini Sulhi abinin fark etmesiyle suya düşmüştü. Ardından ikinci kriz, nerede ve ne yeneceğine dairdi. Mehmet Raşit fazla yürümek istemiyor, yakındaki bir ıslama köfteciyi öneriyordu. Mehmet Erikli pilavcı diye diretiyor, İbrahim Hoca, sulu yemek sıhhatlidir, diyordu. Tüm bunlara rağmen Sulhi Ceylan, işi simit ve çayla geçiştirmek istiyor, bizimkisi ise hepsine yeşil ışık yakıyordu. Ancak onun bu uyumu, zaten kaotik bir ortam olan Kadıköy’ün bu kompleks grubunda hiç mi hiç fark edilmiyordu.
Yemekler yendi, antikacılar sokağının Arnavut kaldırımları kat edildi, sağlı sollu süklüm püklüm binaların hikâyelerine kafa yorulmadan çay ocağına geçildi. Bu yolculuk esnasında bizimkinin dikkatinden, Mehmet Erikli’nin şu hareketi kaçmadı: Yol üstünde, tartıya çıkmış yalanan bir kedi gördü Erikli. Adımını atmaktan son anda vazgeçip tartının numara hanesine doğru eğildi. Bizimki sordu: “Kedinin kaç kilo geldiğine mi baktın abi?” “Evet ya, garibim bir kilo dahi çekmiyor.”
Çay ocağında birleştirilen masalar, söylenen çaylar ve masada bir tartışmanın daha fitilini ateşleyen çikolatalar… Ha bir de her yerde olmazsa olmaz olan çatıdan damlayan klima suyu… Ve bu damlalara maruz kalmamak adına ayarlanan oturuş şekli… Herkeste; tüm bu konuşulanlar, yenenler ve içilenler kayıt altına alınmayacakmış gibi bir doğallık… Tıpkı hayat gibi… Twain’in yanılgısının resmi: “Gerçekle kurgu arasında bir fark vardır. Kurgu, mantıklı olmalıdır.” Burada her şey, kurgu olamayacak kadar mantıklı…
Neler konuşulmadı ki masada… Kimisi, baş bohemin Charles Baudelaire olduğunu iddia etti. Kimi de Rimbaud’dan girdi meseleye. Bizimkisi, bireyci takılan bu ustaların, Kafka gibi, siyasetle pek ilgilenmediklerinden ve dolayısıyla bohemliğin, siyaset ve sosyal olaylarla olan bağa göre değerlendirilebileceğinden dem vurdu. Mehmet Erikli, Kafka’nın, bu hususta örnek teşkil edemeyecek kadar kendisi olduğunu öne sürüp meseleyi kapatmaya çalışırken İbrahim Aksu, yine yapacağını yaptı ve kavramlar üzerinden giderek herkesi, meselenin “sefihlik” mevzuuyla ilişkisini irdelemeye davet etti. Bu arada meclisi teşrif eden Genç Okur editörü Mustafa Yıldız, masadakilerden manalı nazarlarını esirgemeden lisan-ı haliyle mevzulara eşlik etti. İlerleyen saatlerde güzel yüzlü insanlarla kalabalıklaşan bu meclis, kanımca iyi adamlardan oluşuyordu. Neden mi? Her yolun Boğa’ya çıktığı bu diyâr-ı Kadıköy’de bu adamların adres tarifleri Boğa’dan değil, Cafer Ağa Camii’ndendi.
Bir ara konuşulan mevzulardan koparak Kadıköy’ü dinlemeye koyulan bizimkisi kendini, Mehmet Raşit Küçükkürtül’e masaj yaparken buldu. Bu onu biraz şaşırttı. Ancak koskoca Mehmet Raşit’in de ona masaj yapması, onu daha da şaşırtmıştı. Sulhi Ceylan, karşılıklı bu jestlere aldırmadan, Türk kahvesi içerek ve bacak bacak üstüne atarak ortamdaki farklılığını aşikâr eden Mehmet Raşit’i rahatına düşkünlükle itham ediyor; o ise “Ne münasebet efendim, biz, bir takım güruhun bize yakıştırdığı gibi ‘Sözde Devrimci’lerden değiliz, ‘Has Devrim’i savunuyoruz” diye mukabele ediyordu. Bunun üzerine Küçükkürtül, bizimkisinin “Bu biraz otobüs firması adı gibi oldu” çıkışının yersizliğine ve belki de densizliğine aldırmayadursun bu söz, Sulhi abiyi epey bir güldürdü.
Çaylar gidiyor, sodalar içiliyordu. İnsanlar geçiyor, vakit ilerliyordu. Bir ara, bir Sulhi Ceylan şiiriyle sarsılan bizimkisinin aklını başına, içerisinde İsmet Özel’in ve Orhan Veli’nin adlarının geçtiği muhabbet getirdi. Yolu uzundu. Geç kalırsa bu sefer evde fena halde papara yiyebilirdi. Mehmet Erikli’ye sokulup on liralık bir sakal aldıktan sonra masadakilerle vedalaştı ve yola koyuldu. Birçok belirsizliğe gebe bu koca dâr-ı dünyadaki şu ufak gibi görünen buluşmayla ilgili net olan bir şey vardı. O da, Davut Bayraklı bu mecliste olsaydı, orijinal argolardan seçmelerle kulakların pasları silinir, daha çok tarih, daha çok Necip Fazıl, daha çok sigara ve daha fazla tebessüm olurdu.
Cüneyt Dal