Çatlayacak kadar anlam doluyuz ama bunu ifade etmeye kelimeler yeterli olur mu bilmiyoruz! Konuşmak, söyleşmek, sohbet veya muhabbet etmek artık hakkını vermekte zorlandığımız eylemlere dönüştü; mesela Türkçede “iletişmek” diye bir fiil türetildi, bunun ne anlama geldiğini düşündükçe dehşete kapılıyoruz. İstiyoruz ki, veçhe nedir bilinsin, gözler gözlerden hicap ve dahi insan insana hitap etsin. Tuşlara hınçla basarak birbirlerini tahkir eden insanların, ekranlardan kafalarını kaldırıp bir araya geldiklerinde, birbirleriyle çok iyi arkadaş olabileceklerine inanıyoruz. Konuşmak sanal yollardan gerçekleştirilemez. Konuşabilmek için evvela karşılıklı konmak gerekir, yani yüz yüze bakmak. Keşke susmayı becerebilsek ve hayırdan başka hiçbir şey konuşamasak. Fakat susmayı beceremediğimiz için konuşmanın hakkını vermek gibi bir çabanın içinde buluyoruz kendimizi. Telefon, bilgisayar yetmiyor bize, haftada birkaç kez buluşmaya mecburuz. Yine Çaykolik Sohbetlerini bahane ederek bir araya geldik. Kelime anlamına, şiir şairine kavuştu.
Saat 18:00 sularında telefonu çalan Feyyaz Kandemir, arayanın Celâl Kuru olduğunu sanmıştı fakat telefonda Bahadır Dadak’ın ismini görünce şaşırdı: Daha telefonu açmadan Feyyaz’ı bir sıkıntı bastı, Bahadır’ın sesi gelmeden can sıkıntısı gelmişti. “Eve dön Feyyaz! Gitme Kadıköy’e, Sulhi Ceylan’dan uzak dur, hepimizi o zehirledi, kanma ona, evine dön! Yazık sana, hepinize çok yazık, Sulhi Ceylan sizi kendine kurban seçti, farkında değilsiniz. Edebiyat medebiyat gibi boş lakırdılar edip arada hakikat falan diyerek kendinizi avutuyorsunuz. Bırakın bu ayakları kardeşim, ölüm var ölüm!” Böyle demişti Bahadır. Bu kadarla yetinmedi, Celâl’i arayıp aynı şeyleri ona da söyledi fakat geç kalmıştı. Kadıköy’de buluşan ikili mekâna geçtiklerinde Bahadır’ın beklenmedik taarruzunu Sulhi Ceylan’a bildirdiler ve bunun üzerine Sulhi şöyle dedi: “Bahadır buraya gelemediği için bizi kıskanıyor, geçiniz!” Bu sözleri duyan Celâl ve Feyyaz hayret ettiler. Yoksa Bahadır haklı mıydı? O Bahadır ki, Edebifikir’in en nitelikli kalemlerinden birisiydi, hem yazardı hem çizer, hem okuyucuydu hem de yorumcu! Üstelik bu zamana kadar bir kuruş telif ücreti dahi ödenmemişti kendisine, sitenin editöründen gördüğü bu muamele ona revâ mıydı? Hemen empati yapan ikili, ileride aynı muameleyle biz de karşılaşabiliriz diyerek Sulhi Ceylan’a karşı içten içe bir muhalefet başlattı.
Süleyman, Mustafa, Ahmet, Ersel, Muhammed Furkan, Ercan ve dahası… Çaykolik‘in sâdık müdavimleri yine tam tekmil oradaydı. Heybelerinde biriken sorular vardı, aldıkları her cevap bir başka cevabı yanlışlıyordu; öyle de olması gerekirdi çünkü sular bulanmadan durulmazdı. Pişmanlık konusuyla başlayan sohbet yalnızlığa uğradı, sonra delikanlılığın raconundan Tevhid’e, tarihten şiire doğru çapraşık bir istikamette seyr edip durdu. Bahadır‘ın tavsiyelerinin etkisiyle cüretkâr tavırlar sergileyen Feyyaz, sorulan sorulara Sulhi‘den önce cevap vererek toyluğunu gözler önüne seriyordu. Celâl Kuru oldukça cömertti, iki kişiye kitap hediye etti ve yazmaya başladığı yeni hikâyesi hakkında birkaç küçük tüyo verdi.
İçtiğimiz çaylar hararetimizi bastıramaz olmuştu. Bahadır’ın can sıkıntısı tâ Bursa’dan gelerek yüreğimize çökmüştü sanki. Sokaklar bizden bir hareket bekliyor fakat bu beklenti bir türlü gerçekleşmiyordu. İçimizdekilerden birisi çok istediği hâlde kendisini sokağa atıp hüngür hüngür ağlayamıyordu mesela. Bir başkası “durun kalabalıklar!” diye haykırmak, ötekisi, “bir şey koptu bizden, bir şey!” diye ünlemek istese de, yapamıyordu. Çaykolik’ten çıkıp sokakları bir süre arşınladıktan sonra ayrılık vaktinin geldiğini anladık ve her birimiz evlerimize doğru hareket ettik. Üstelik yalnız ayrılmamıştık, gecenin en güzel cümlesi eve kadar hepimize yoldaşlık etmişti: “Güzellik başlı başına sevgiyi çağırır.”
Edebifikir Haber Ajansı
2 Yorum