Bazen, varmak için katılmayız kervana. Biliriz ya hani sevgilinin kendisine varılmak için beklediğini. Arzulanan bazen yoldur, yolculuktur. Sevgiliye varmak için çıkılmaz ya bazen, fakat belki varılır ümidini de yitirmeden. Yola çıkışın ihsan olduğunu bilmek; ikram gayesinde olmadan… İzlamı da ikram bilmek…
Bazen, İstanbul değin derin olur düşlerimiz. Bilmekten geçip hissetmek olur dünyamız; kavramak olur anlamaktan öte. Güneşi bellemek gibidir, gezintilerimiz, düşlerde… Aşka düşünce tepe taklak, tüm zerresiyle insan, hüznün azığı olduğunu anlar. Ab-ı hayat olur hüzün. Ve hüzün nispetinde hür olunurmuş. Ben bilmem, Belh çöllerinin miskinlerinden birinin heybesinden bildirildiydi.
En değerli varlığını en değersiz varlık mesabesine düşürünce insan olunabileceğini de… Sonra, sonra adem olmak yani ki olmamak, hiç olmak için çıkmamış mıydık, hem de azıksız, bu yola?
Bilirim varmayacağımızı fakat varanların iz bıraktığı yoldan geçtiğimizi de bildirmişti, Şam’dan Konya’ya gecenin karanlığına gömülmek için gelen yolcu.
Mâveradan duyulan senfoniye kulak kabartanların mest eden musikiye kapılıp gittiğini, uzun gecelerin birinde bu yolcuyla semaya duran uzun beyaz sakalı ihtiyardan öğrenmiştik ya hani?.. Bu yolda yoldaş bulmak içindi, gel nidası; ne olunursa olunsundu. Evet gelenler, başka bir yâr başka bir dosta meylin abes olduğunu semaya duran ihtiyardan öğrenmişlerdi.
Bilmemeyi zikir edinmiş bir garibin kelimelerle düzdüğü ahenkte varalım, üstünde evler yaptığı kıldan ince kılıçtan keskince Sırat’a. Kim bilir, belki birkaç tuğlayı koymakta düşer nasibimize…
Sahi var mıydı, bizi de sigaya çeken bir Kasım?
Benlikten geçmenin kemâle varmanın özü olduğunu, ben’den içre ben’i bilince tenden geçilebildiğini haykırmamış mıydı garipcağız?
Nefsini bilmenin kendinden geçmek olduğunu Yunus’tan öğrenmişti ya şu bizim ihtiyar. Ya hu hüccetini almadan beratı teslim edilmeden az daha Bağdat’a dönecek olan şu bizim ihtiyar yok mu?
Mumun şiir misali ışığında, sobanın soğumaya ramak kalmış sıcağında, gecenin zikre daldığı deminde, nur yüzlü Nuriye nene anlattıydı ya şu bizim ihtiyar hacının berat hikâyesini:
/Evvel zaman içinde… dedi ve sustu gözlerini oğuşturarak. Gençliğinin ve kırışmış çehresinin güzelliğinin de evvel zamanın birinde fena olup gittiğini hatırladı zaar. Bir giriş cümlesi bulmak için bir müddet bekledi, yaş dolmuş gözlerini halıya nakşedilmiş lâleye dikerek.
Neden sonra hikâyeyi heyecanla bekleyen torununun dizindeki başını okşayıp Bağdat’ ta bencileyin fakircağız bir ihtiyar yaşarmış, diye besmelesini çekti hikâyenin Nuriye nene. Ve devam etti: “Kurban Bayramı’ndan birkaç hafta önce şehrin tebaasından bir topluluk hacca gitmek için hazırlık yapmaktalar. Bunu öğrenen bizim ihtiyarın gönlüne bir ateştir düşüverir, yabancısı olmadığı bir ateş…”
Torunlarından ortancası merak ve heyecanla başını kaldırıp; “Nene, bildiğimiz ateş mi? Hem nasıl düşer ki ateş insanın içine?” diye sordu. Nuriye nene: “Bileceğin ateş evladım, bileceğin ateş…” dedi ve devam etti:
“Azıksız yola çıkılmaz fakat bizim ihtiyarın ne azığı ne de parası vardı. Canana feda ettiği canından gayrı serveti yoktu. Niyet yâre varmak ise yârdan medet umulurdu. Bizim ihtiyar da gecenin bir vakti ellerini açarak diğer kulları gibi kendisine de yol görünmesini dilemişti sevgiliden.
Sabah olunca yetişti hac kafilesine. Herkesin bineği, azığı, akçesi vardı fakat bizim ihtiyarın içindeki ateşten başka bir şeyi yoktu. Kafiledekiler acıyıp bizim ihtiyara yer açarlar.
Nihayet yol bitti, visale erişildi. Sevgilinin evine yaklaşınca kafileden ayrılıp aşk deryasına dalmaya, Ravza’ya yüz nur yüzünü sürmeye koştu adamcağız.
Hac süresince en güzel şiirlerin dahi tasvirleyemeyeceği anlar yaşanmıştı.
Sonunda hac görevini ifa edip yol arkadaşlarının yanına gelir heyecanla bizim ihtiyar. İçlerinden biri bizim ihtiyarla eğlenmek istercesine; ‘İhtiyar, hüccetini aldın mı, bize verdikleri berattan verdiler mi sana da?’ diye sorar.
İhtiyar berattan bîhaber. Ne ola ki berat diye sormadan gerisin geri Kâbe’ye koşar.
‘Ey Sevgililer sevgilisi, belki hakkım değildir vermediğini istemek. Lâkin kulların almışlar beratlarını. Ben de senin miskin bir kulunum. Beratımı alıp azat olanlardan olmaktır emelim.’ diye yalvararak hıçkıra hıçkıra ağlarken kendinden geçer ve yığılır Kâbe’nin eşiğine.
Uyuşmuş gözlerini açtığında nur kokan inci gibi parlayan bir kâğıt durmaktadır yanı başında. Daha önce gördüğü kâğıtların hiçbirine benzemeyen bu kâğıdın beratı olduğuna kâni olur ve elbisesinin içine, sol göğsünün üstüne yerleştirir. Visale ermiş âşıkın heyecanıyla arkadaşlarına gelir ve beratını aldığı muştusunu verir.
Kendisiyle eğlenmek için böyle bir şaka yapan komşusunun yüzü kar beyazına döner. Çığlık atarak af dilenir bizim ihtiyardan. Bizim ihtiyar tüm safiyetiyle kolundan tutar ve kaldırır komşusunu: ‘Bilirsin komşu ben ümmi, aciz bir ihtiyarım. Beratımı koruyacak takatim yoktur. Sende emanet dursun. Vasiyetimdir, öldüğümde kefenimin içine koyup öyle defnedin beni’ der. Komşusu yüzündeki mahcubiyet ve gönlüne düşen gıpta ile emri baş-göz üstüne kabul eder.
Bağdat’ta her şey eskisi gibiydi; eski dünya, eski meşgaleler, eski unutuşlar, eski hatırlayışlar, eski gülüşler, nadiren eski ağlayışlar… Değişen tek şey, vasiyeti üstlenen ihtiyarın komşusuydu, suskunluğa gark olmuştu sadece…
Kaybettiğini bulmak gayesiyle uzun zaman önce çıkmış olduğu yollardan biri onu Bağdat’a getirmişti. Öğrendiği ilk şey bizim ihtiyarın Hakk’a vardığı olmuştu. Koşarak evine, beratı sakladığı sandığı açmaya gider. Fakat berat kendi eliyle koyduğu yerde değil.
Merakla ve en önemlisi yerine getirmesi gereken vasiyeti yerine getirememiş olmanın mahcubiyetiyle ihtiyarın mezarı başına gider. Ağlar ağlar, af dilenir gözünde yaşla, yeniden. Tam bu sırada bir ses işitir:
“Berat sahibindedir. Bizden giden bize varır.”/
Nuriye nene yüzündeki yaşları siler ve eğilir öper uyuyakalan torunlarının başından.
‘Yola çıkan vuslattan âzâde değildir.’
Bir mırıldanıştı bu, Nuriye nenenin dudakları arasından maveraya yükselen…
Zana Öngenç
2 Yorum