Emine Işınsu’nun Yunus Romanı: Irmakta Boğulmakla Denize Varmak Arasında

Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın sekizinci yazısını Feyyaz Kandemir yazdı: “Emine Işınsu’nun Yunus Romanı: Irmakta Boğulmakla Denize Varmak Arasında

***

Yunus Emre (1240-1320) Anadolu’da Türkçe (Oğuzca) divan tertip eden ve mesnevi yazan ilk şair. Ona, Türkçenin edebî anlamda ilk kâşifi, hatta mucidi desek yeridir. Bu durum onu yalnızca dil ve edebiyat tarihi açısından değil, millî tarih/kimlik bakımından da değerli kılar. Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabından beri Yunus Emre, millî tarih/kimlik inşasının önemli bir parçası olarak ele alınır. Türk tarihi kurgulanırken bir çeşit Türk İslâm’ı da kurgulanmak istenir ve bu konuda Yunus Emre’den fazlasıyla istifade edilir. Yunus hem dil ve üslup yönüyle hem de seküler düzene tehdit oluşturmayan bazı “ılımlı” görüşleriyle öne çıkarılır. O âdeta dikenlerinden arındırılmış bir güldür; şeriatı telkin eden fikirleri görmezden gelinir. Bunlar tabiî ciddiye alınacak yaklaşımlar değil. Yunus bir bütün olarak değerlidir bizim için. Öyle olmalıdır. Hayatıyla, manasıyla, üslubuyla, çağrısıyla… Yunus Emre’nin sadece bizim için değil, insanlık için de önemli bir şahsiyet olduğunu düşünüyorum. Hayatına dair incelemeler sadece ilmî araştırmalarla sınırlı kalmamalı; roman, hikâye, sinema, dizi gibi kurgu sanatlarının da konusu olmalı. Nitekim oluyor da. Fakat ilmin ulaştığı yeni bilgi ve bulgular yazılacak yeni kurgusal eserlere de yansıtılmalı. Sürekli yazılmalı Yunus gibi isimler, güncellenmeli ve gündemde tutulmalı. Ama nasıl?

Bir okur olarak hakkında az çok bilgi sahibi olmadığım bir şahıs hakkında yazılmış biyografik bir romanı okumayı tercih etmem genelde. Çünkü o kişiye dair ilk tanışıklığım kurguya dayalı bir metinle olsun istemem. Romancı, hayal gücünü devreye sokarak ele aldığı şahsın hayatındaki boşlukları doldurur, onu bir bütünlüğe kavuşturmayı arzular. Dolayısıyla anlatılan hikâyenin neresinin kurgu neresinin gerçek olduğunu ayırt edememek beni huzursuz eder. Buna karşılık hayatını, fikirlerini veya icraatlarını bildiğim tarihî şahsiyetler hakkında roman okumayı severim. Çünkü merak duyduğum bir kişi hakkında araştırma yaparken, onun hayatının zihnimde bölük pörçük değil, bütünlüklü bir portresi olsun isterim. Kendi hayal gücümle doldururum o kişinin hayatındaki boşlukları ve merak ederim: Acaba bir romancı hayal gücüyle o hayatı ne kadar zenginleştirmiş? Benim hayalimdeki portre ile benzerlikleri ve farklılıkları neler? Bununla birlikte romancının da kendisine şu soruları sormuş olmasını umarım: Romancı anlattığı şahsın hayatını kurgularken ne kadar özgür davranabilir? Kendi düşüncelerini o şahıs üzerinden dillendirmesi “etik” midir? Yoksa bu düşünceleri yan karakterler vasıtasıyla gündeme getirmesi daha mı doğru olur? İşte tam bu kertede hayatını romandan okuduğunuz şahıs hakkında önceden bilgi sahibi olmanız devreye girer: Romancı bunları kendine sormuş mu sormamış mı, kendini ne kadar sınırlandırmış, ne kadar hür bırakmış, anlarsınız.

Yunus Emre, hem hayatını bütün detaylarıyla bilmek istediğim hem de fikirlerini özümsemeye çalıştığım müstesna bir isim. Divanını ve menkıbelerini defalarca okuduğumdan zihnimde şekillendirdiğim bir portresi var. Daha önce incelediğim bazı biyografik araştırmalardan ve romanlardan tatmin olmamıştım. Bu dosya vesilesiyle bir romanı daha okuma fırsatım oldu. Emine Işınsu’nun Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri adlı kitabı bir Yunus Emre romanı. Yazar, gelişim/dönüşüm odaklı bir Yunus portresi çizerek onun dervişlikten önce ve sonraki hâlini, şiirdeki gelişimini ve yaşadığı manevi seyri yansıtmak istemiş.  Yunus’un şehvetle dolu cinsel hayatından kadın hakları savunuculuğuna kadar pek çok hususiyetine temas etmiş! Kitabın çeşitli yerlerinde kendi düşüncelerini Yunus’a söyleterek biyografik roman yazıcılığını istismar edecek noktaya ulaşmış:

Oysa Zehra büyüyüp serpildiği zaman, onu her görüşünde nefsi ayaklanır, hayalinde soyup kızı yâr ederdi, fena hâlde istemişti karısıyla evlenmeyi; annesi de teklif edince Zehra’yı, pek memnun kalmıştı. Ve hâlâ ilk gecedeki gibi tutkuyla sevişiyordu Zehra’yla.

– Sen böyle her gece, her gece, diyordu karısı, çocuğumuz olabilir.

– Olsun be güzelim, ama kız olsun bu sefer, diye cevap veriyordu.” (s.33)

Cevap veren Yunus, evet. Başka sahneler de var:

Yunus’la Zehra sabaha kadar seviştiler, konuştular, konuştular, doyamadılar birbirlerine; geceye, geceler katmak istediler… Öyle de oldu… Birbirlerini okşamaya, birbirlerini sevmeye hep devam ettiler. Dokuz ay sonra Mehmet Gökçe geldi zaten…” (s.57)

Bir roman karakteri olarak Yunus Emre kadınlara âdeta takıntılıdır. Misafir olduğu bir evde, ev sahibinin karısını görememiş olmak canını sıkar:

Karısını kendisine çıkarmayışından, Bekir’in biraz köydeki Kasım Hoca’nın aklından olduğuna hükmetmişti… ‘Biz Türkmenlerde böyle kaçgöç yoktur hâlbuki’ diye düşündü.” (s.67)

Yunus, kendi evinde erkek misafirini ağırladığı bir yemek sırasında ise, bir başka arkadaşını çağırmak üzere evi terk ediyor ve misafir gencecik karısı ve annesiyle baş başa kalıyor bir süre (s.138). Bu kasıtlı olarak yapılıyor yazar tarafından çünkü yazar, haremlik selamlık durumuna sıcak bakmıyor. Dolayısıyla Yunus Emre de sıcak bakmamalı.

Bir Karacaoğlan veya Nedim romanı okusak katlanabileceğimiz bu durum, Yunus romanında karşımıza çıkınca sırıtıyor. Romancı, beşer Yunus’u yansıtmak istiyor, bu anlaşılmayacak bir şey değil ama yazarın romanı yazmadan önce kendisine sormasını umduğumuz soruları ya hiç sormadığı ya da sorulara bir hayli esnek cevaplar verdiği anlaşılıyor.

Kadınların tarikata girmesinin yasak olmasından dem vuran Yunus’umuz bundan hoşnut olmadığını belirtiyor:

Kadınlara bu işin kapalı olması, Yunus’a çok büyük haksızlıkmış gibi geliyordu.” (s.243)

Kadınların tarikata girmesi neden yasak olsun? Değil. Yazarın bu yasaktan kastı, kadınların bir tekkede halvete ve çileye girememesi sanırım. Bir an kadınların mürşidiyle baş başa kalıp “tasavvufî anlamda halvet” edebildiği veyahut bir hücrede çileye kapandığı bir tekke hayal edin. Bu bir Melami tekkesi olsa bile ne gümbürtüler kopar, kim bilir? Halk tarafından o tekke nasıl nitelenir? Melamiler böylesi bir kınanmayı da kaldırabilir mi? Yazar gibi düşünen kadınlar ve Melamiler bu soruya cevap verebilirler.

Romandaki yakın arkadaşı Aziz, Yunus’un kızını oğluna ister, kendi kızını da Yunus’un oğluyla nikâhlamak niyetindedir. Yunus Emre durur mu, madem öyle, senin oğlun bana damat gelsin, benim oğlum sana damat gitsin, böylece ikimiz de kızlarımızla birlikte kalmış oluruz diyor (s.324). Geleneğe ters bu kurgu niye? Bugün bile içgüveysi olmak yadırganan bir durumken üstelik. Belli ki yazar kızına düşkün bir Yunus portresi çizmek istemiş; belki de kendindeki bir ukdeyi böyle bir kurguyla bastırmaktır niyeti, bilemiyoruz.

Yazar, bir yerde Yunus’un “ego”sundan bahsediyor (s.91). Benlik, gurur, kibir, övünme, fahr, enaniyet, nefs gibi kelimelere kıran girdiği için “ego” demek gelmiş yazarın içinden. Bu garabeti nasıl görmezden gelelim?

Romanın bir başka sıkıntılı yönü, Yunus’un şiirlerinin çok yanlış yerlerde, bağlamla uyumsuz kullanılması. Çoğu yerde bu hataya düşmüş yazar. Mesela 21 yaşında ve henüz tasavvufî terbiyesine başlamamış Yunus’a, “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” şiirini okutuyor (s.122). Yunus ilme irfana dair ne öğrendi ki o yaşında bunları söylesin. Bunlar daha çok olgunluk döneminde edilecek sözler.

Bir başka yerde Yunus, karısı Zehra’ya, “Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift ü helâl” mısraının geçtiği şiiri okuyor (s.251). Romanda Zehra Yunus’un tek karısı olarak “çift ü helâl” tabirinin geçtiği bir şiire muhatap oluyor. Yunus’a sırılsıklam âşık olan Zehra buna hiçbir tepki vermiyor. Olacak şey değil. Muhtemelen yazar şiirin bu kısmını gözden kaçırmış veya “çift ü helâl” tabirinin manasını çözememiş. Şiirdeki bu ifade Yunus Emre’nin iki karısının bulunduğuna bir delildir. Bu durum da işlenmemiş.

Romanda Yunus Emre çocuklara sohbet ediyor ve mutlak varlık, ezel, ebed, aşk, elest bezmi gibi kavramları açıklıyor ve Fârâbî ile İbn Sînâ’dan bahsediyor. Çocuklara?

Romandaki Yunus dört kitabı da okumuştur; hatta ilim tahsil ettiği hocası ona Budha’dan bile bahseder ve İslâm ile Budizm arasındaki benzerliklere değinir (s.45).

Yunus, tekkede ezan sesini duyamayacağı bir hücrede (?) çileye girer ve namaz vakitlerini takip edemez çünkü zaman algısını yitirir, sonradan namazlarının bir kısmını kaza eder. Açıklaması şöyledir:

Her an zikir üzerindeyim, namaz da bir zikir değil midir sanki!” diye düşündü (s.196).

Romanda bağnaz hocalardan biri vahdet-i vücudcu (?) olan Yunus’u küçük düşürmek için yanındaki diğer hocaya şöyle diyor:

Arz etmiştim, dedi, hiç olmazsa vahdet-i şuhudcular bu sözleri ancak vecd halinde arada sırada söylerler ve sonra akılları başlarına gelince tövbe ederler. Bu vahdet-i vücudcular ise işte böyledir, ne Allah’tan ne kuldan utanırlar.” (s.370)

Romanda bu sözlere muhatap olan Yunus 40-41 yaşlarındadır. Normalde 1240 yılında doğduğuna göre romandaki yıl en fazla 1281 olabilir. Vahdet-i şühud kavramı ilk kez Alâüddevle-i Simnânî (1261-1336) tarafından kullanılmıştır. Kimdir Simnânî? TDV İslam Ansiklopedisinden bakalım:

Simnânî, on beş yaşında iken dayısı ve amcasının nüfuzundan faydalanarak Tebriz’deki İlhanlı sarayına intisap etti. Hükümdar adayı Argun Han’ın hizmetine girerek kısa bir süre sonra nedimi oldu; on yıldan fazla bir müddet onun emrinde çalıştı. Ona itaati Allah’a itaate tercih eder duruma gelmişti. 683 (1284) yılında kendi ifadesine göre, “gaipten gelen bir ses”in uyarısıyla kendine gelip tövbe etti; Argun Han’ın hizmetinden ayrılmak istediyse de buna müsaade edilmedi. O da boş vakitlerinde kendini ibadete verdi. Doktorların tedavi etmekten âciz kaldıkları bir hastalığı olduğunu bahane ederek 1286’da Tebriz’den ayrılıp Simnân’a döndü.

Simnânî’nin tövbesi bile 1284 yılındadır. Kaldı ki o eserlerini ciddi bir tahsil, terbiye ve uzlet dönemine girdikten sonra kaleme almıştır. Vahdet-i şühûd kavramını ise Abdürrezzak Kâşânî’ye yazdığı bir mektupta, en iyi ihtimalle 1300’lü yılların başında ilk kez kullanır. Vahdet-i şühûd daha çok İmamı Rabbânî (1564-1624) hazretleri tarafından meşhur edilmiş bir kavramdır ve genelde ona nispetle zikredilir. Hal böyle olunca, daha önce kullanılmamış bir kavramı dile getirmek kabul edilemez bir anakronizm ve büyük bir yanlış olarak zikredilmeli. Burada yazar, sahv ve sekr kavramlarına başvurmalıydı. Zira romandaki hocanın anlatmaya çalıştığı şey sahv ve sekr halindeki sûfîlerin hâlleridir. Yunus’un vahdet-i vücudcu olup olmadığı meselesi ise ayrı bir tartışma konusu.

Romanda beğendiğim tek kurgusal taraf, Yunus Emre’nin denizi görme tutkusunun yansıtılması oldu. Bu tutkunun kurguda işlenmesi oldukça zekice bir hamle olmuş çünkü Divan ve Risalesinde deniz ve denize ait unsurlara çokça atıf yapar Yunus. Hatta bir beytinde denizi dört farklı kelimeyle ifade eder:

Benim ol aşk bahrîsi denizler hayran bana
Derya benim katremdir zerreler umman bana

Cemil Meriç, “Roman, tarihin cesaretsizliğinden, çekingenliğinden faydalanarak yeni fetihler yapmaktadır” demiş; bu romanda karşılaştığım şey fetihten ziyade bozgun. Emine Işınsu, Yunus’u denize ulaştırmış ama kendisi Yunus’un aştığı ırmağın ötesine geçememiş:

Denize değin ırmak idi adın
Ko ondan ötesin denize daldın

Feyyaz Kandemir

 


Emine Işınsu (2020), Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Bilge Kültür Sanat Yayınları, 9. Basım.

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Tuğbaaa , 18/04/2025

    Emeğinize sağlık açtığını her pencere çok kıymetli…

  • Perii , 18/04/2025

    Harika bir çalışma olmuş emeğinize sağlık kıymetli hocam

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir