Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın üçüncü yazısını İbrahim Halil Aslan yazdı: “Ehline Helaldir Na-ehle Haram: Diyamandi”
***
İmam Ebu Yusuf son zamanlarında şöyle yalvarıyordu: “Ey Rabbim! Beni affet, beni affet… Sen bilirsin, ömrüm boyunca, mesleğimi uygularken, bana gelen davacı ve davalılara hep adaletli davranmaya çalıştım. Onlar arasında yan tutmadım. Fakat bir Hristiyan’ın Harun Reşid’le davasında bunu koruyamadım. Hristiyan haklıydı. Hakkını da yerine getirdim, lehine karar verdim. Fakat gönlümden ‘keşke Harun Reşid haklı olsaydı’ diye geçirdim. Böylece adalet duygusunu zedeledim, beni affet…”
Yaman Dede, asıl adıyla Diyamandi, ömrü boyunca bu hassasiyetle yaşadı. İncecik bir ipin üzerinde yüksekten düşmemek için muazzam dikkatle adım atar gibi… Bir mektubunda yukarıdaki hadiseyi naklettikten sonra şöyle diyor: “Vicdanındaki adalet duygusunu tüyler ürperten dereceye yükseltmiş olan bir kişi artık Hakk’ı bulmuş olmalıydı. Bunu biraz olsun tatmıştım.” Sadece adalet değil, kul olmanın tüm gerekliliklerini böyle bir hassasiyetle taşıyordu üzerinde.
Kayseri’nin Talas ilçesinde doğdu Diyamandi. Ortodoks cemiyetine mensup Rum bir ailenin çocuğu. Babası iplik tüccarı. Limana daha yakın olmak için Kastamonu’ya taşınıyorlar. Diyamandi’den Yaman Dede’ye yolculuk tam da burada başlıyor.
Küçük yaşlarından itibaren hakikat derdi var Diyamandi’nin. Yalnızca Müslüman çocuklara zorunlu olan, gayrimüslimlerin muaf olduğu Arapça, Farsça gibi derslere gönüllü olarak katılıyor. Henüz tekke ve zaviyeler kapatılmamış ve medrese hocaları okullarda ders veriyor. Böyle bir derste İskilipli Osman Efendi tahtaya Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini yazıyor. O an vuruldum diyor Yaman Dede. Sanki Âşıklar Sultanı (Hz. Mevlânâ), kalbinden çözdüğü bir bağı bana atarak kendisine bağladı. Kalbime bir avuç kor bıraktı ve beni yaktı, diyor.
Gönlünü saran aşkla daha çok okuyor, öğreniyor, tanıdıkça daha çok yanıyor. Müslüman oluyor fakat açıklayamıyor. Bir gece rüyasında Hz. Mevlânâ’yı görüyor. Ayağından bir çivi çıkardıktan sonra “Çiviyi çıkardım evladım fakat yolun uzun ve yalnız yürüyeceksin” buyuruyor. Öyle de oluyor. Hıristiyan eşi ve kızı incinmesin diye Müslüman olduğunu 42 yıl boyunca açıklayamıyor. “Eşim ve kızım anlamasın diye namazlarımı gizli gizli kılardım. Ezan okunduktan sonra odaya geçip kapıyı kilitler, yastık kılıfları ve çarşafların üzerinde kılardım. Ramazan ayında kahvaltımı odama alıp bir kısmını pencereden bahçedeki kedilere atar, kalanını ekmek arası yapıp yanımda götürürdüm. Akşam eve iftardan sonra dönerdim.”
Bu hali daha fazla saklayamıyor ve 1942 yılında bir gazeteye “Neden Müslüman oldum?” başlıklı yazı yazarak Müslümanlığını ilan ediyor. Sonrasında çileler artıyor. Ortodoks cemiyeti önce aile üzerinde baskı kuruyor, sonuç alamayınca eşini boşanmaya zorluyor. “Eşim geldi ve ayrılmamız gerektiğini söyledi. Rahip çağırmış, Müslüman bir adamla evli kalmasına dinlerinin müsaade etmeyeceğini söylemiş. Gece üç civarlarıydı. Yalnızca ceketimi aldım ve çıktım. Eşime dedim ki; eğer dininiz değil aynı evde, aynı şehirde de yaşamamıza müsaade etmiyorsa bana söyleyin, İstanbul’dan da gideyim. Yeter ki siz mahzun olmayın.”
Özellikle kızıyla arasına giren mesafenin çilesini ömrünün sonuna kadar çekiyor. Çünkü arkadaşları, kızının doğum günlerine katılmıyor. Hatta babası din değiştirmiş bir kızla kimse evlenmek istemiyor. Yanlışlıkla ezilen bir karıncanın, soğukta üşüyen bir kedinin sızısını yüreğinde hisseden, gözyaşları dinmek bilmeyen bir adam için kızının yaşadıklarına tahammül etmek epey zor geliyor. Fakat hakikatin yolunu bulmuş bir kere, Allah’a sığınıyor.
Ezan okunduğunda dizlerinin bağı çözülen, Mesnevî’den bir şeyler duyduğunda gözleri yaşaran, Kur’an-ı Kerim okunduğunda düşüp bayılan bir zat Yaman Dede. Tüm bu halleri üzerinde taşırken gündelik hayattan kopmuyor. Uzlete çekilmiyor. Avukatlık yapıyor, liselerde derslere giriyor. Kitabı okurken beni en çok hayretler içerisinde bırakan da bu oldu; nasıl mümkün olur? Sadık Yalsızuçanlar onun için “Filmi çekilse abartı olduğu düşünülür, ancak rüyalarda mümkün böylesi bir hayat” diyor.
Kulluk yolculuğu bireyseldir. Ahmet Murat Özel, bizim geleneğimizde hiçbir veli kendi tecrübesini anlatmaz, çünkü herkesin yolu kendine özeldir der. Bu yüzden geleneğimizde “Nasıl veli olunur?” gibi kitaplar yoktur. Ayrıca olmak iddiası, olmamanın remzi görüldüğünden ve sırlar afişe edildiğinde hükmünü kaybettiğinden, erenler hallerini gizlemeyi tercih ederler. Fakat aşk öyle bir şey ki; iradeye ket vuruyor. Yaman Dede, Allah’ın ipine aşk yoluyla bağlanmışlardan. Kendi elleriyle bir ipe sıkı sıkıya tutunur gibi değil; başka bir irade tarafından vücudu iplerle sarılmışçasına bağlanmak… Gizlemek ne mümkün? Öyle ki; bir seferinde doktorlar üç gün ateşini düşüremiyorlar, kırk derece ateşle yanıyor Yaman Dede. “Bu hal hastalıktan değil” diyor doktorlar.
Bazen de aşkı kelimelere dökülüyor. Her dinleyeni mest eden “Gönül Hun Oldu” şiiri kendisine ait:
“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallâh
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh”
Yaman Dede’nin sürekli aşktan bahsetmesi sebebiyle, belki sûfîliğe modern zaman elbisesi giydirerek onu yalnızca aşk ve meşkten ibaret, özünden mahrum bırakan kültlerin doğurduğu önyargıyla bakma yanılgısına düşmemek lâzım. Sade dilde bir aşk değil onunkisi. Hakk’a, amel ederek vasıl olunur diye nasihat veriyor öğrencilerine. Farz namazlardan başlayarak nafile ibadetlerle Allah’a yakınlık kazanılabileceğini öğretiyor. Cuma namazlarını Eyüp Sultan camiinde kılıyor. Kur’an ve sünnete sıkı sıkı bağlı bir hayat yaşıyor.
Nasıl mümkün olur böylesi? Allah’a böylesine bir aşkla bağlanmak, herkesin gönlünü yapmak için özel çaba sarfetmek, kırmak bir yana dursun kimseye kırılmamak, darılmamak ve tüm bunları hayatın tam da içinde yapmak… Sanırım bize uzak gelen bu yaşayış ancak ehline mümkün oluyor. Öyle ya; ehline helaldir, na-ehle haram!
Sadık Yalsızuçanlar’ın biyografik romanı Diyamandi, Yaman Dede’nin bir öğrencisine yazılmış mektupları aracılığıyla bizi onun iç dünyasıyla tanıştırıyor. Dışarıdan görünen hassasiyeti nasıl bir aşk ateşinin zorunlu kıldığını görüyoruz sayfalar aktıkça. Hal bulaşıcıdır derler, okurken kalbin üzerindeki küller dağılıyor, kor harlanıyor. Sıklıkla unutan bize, yani modern zaman insanlarına hatırlatıyor.
İbrahim Halil Aslan