Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın ikinci yazısını Bahadır Dadak yazdı: “Çözülmüş Bir Sırrın Dilemması: Mustafa Kutlu Prototipi”
***
Pek tumturaklı kitap tahlili teşebbüsüme, bu işe memur kılındığım hissiyatının bir takım sonuçlarıyla yüzleştiğimi itiraf ederek başlayayım. Keza Mustafa Kutlu’nun meşhur Sır kitabının kapağını kapattığımda doğrudan bir eleştiri yazısı kaleme almak niyetindeydim. Dahası, kitabın 2000’li yılların başlarında kültürel iktidarın hegemonyasına bir başkaldırı olarak yazıldığını sanıyordum. Akabinde, metne dair yazılanlara baktığımda, halen şaşkınlıkla izlediğim geniş bir tahlil külliyatıyla karşılaştım. Metnin ilk baskısını bundan 35 yıl evvel yaptığını fark ettiğimde ise, bazı taşlar yerine oturmakla birlikte, sözünü ettiğim memuriyetten istifa etmek mecburiyetini de hissettim. Akademinin bilgiç beyni, ‘Edebi Tenkit ve Kötü Niyet’ başlıklı bir tez üretti mi bilmem ama metne dair okuduğum buğulu anlatılar kitaba bakışımı ciddi anlamda etkiledi. Demek ki insan, eleştirdiği şeye dönüşmeden mecburiyet ile memuriyetin ayrımına varamıyormuş. Son tahlilde, Sır’ın bende oluşturduğu tedailerden hareketle, siyasi ve psikolojik bir çözümleye doğru yöneldim. Gayretli okura şimdiden medyunu şükranım.
Bilhassa dergicilik ve maarif yönüyle, İslamcı-muhafazakâr okurların umumiyetle bir “ağabey” kabul ettiği Kutlu, edebiyattan, hususen hikâyecilikten bağımsız olarak, ümmet ve millet cehdiyle de kıymeti haiz bir şahsiyet. Bilahare, Mustafa Kutlu’yu anlatmak, kıymetli edebiyat arkeoloğumuz Beşir Ayvazoğlu hocanın ifadesiyle, “Mahrumiyetlerle yüklü çocuklarını çok partili döneme geçişin ve değişimin sancılarını iliklerinde hissederek, gençliklerini ise 1970’lerin kaotik ortamında pişerek yaşamış bir aydın neslinin dramatik macerasını anlatmak” demektir. Akabinde 80 darbesini harlayan istibdat rejiminin ideolojik kampları kabuğuna çekilmeye zorlayan zorbalık yılları geliyor… Nitekim yazarın hemen her hikâyesinde bir izdüşümüne rastlayabileceğimiz seksenli yılların toplumsal değişim serüvenine, Sır’da da müstakil bir dönemin panoramasını çizen ve ‘’Ya Tahammül Ya Sefer’’ kitabının ana karakteriyle hayat bulan “Satılık Huzur” hikâyesinde de rastlıyoruz.
Sır, yazıldığı dönem itibariyle değerlendirildiğinde evvela yazarın, saniyen; temsil ve tenkit ettiği dindar kesimin psikolojik, sosyo-ekonomik ve siyasal durumunu daha sağlıklı kavramamıza olanak sağlayacaktır. Kitap ilk baskısını 1990 yılında yapmış. Manidar bir yıl. Sovyet steplerinden havalanan Avrupa tipi komünizmin son deneme tahtası olan Doğu Almanya’nın meyve bıçağıyla ikiye bölünen hırıltılı göğsü yavaş yavaş kapatılıp, patlayan dikişleri alınmaya başladığında bendeniz bir yaşındaydım. Yıkımı ve inşa sürecini (Neo-liberalizmi) takip eden sekiz-on yılda, hızla değişen ve dönüşen dünyamızın sekülerleşme sürecini, bir türlü kıble yönüne dönemeyen çanak antenimizin elverdiği kadarıyla izleme fırsatı buldum. Merkez sağın içine doğmuş, orta sınıf tarım toplumuna mecburi mensubiyetim sebebiyle, tevarüs ettiğim din telakkisi ise ziyadesiyle kültürel motiflerden ibaretti. Berlin Duvarı yıkıldığında altında kalan Türk işçilerin ahvalinden de, 28 Şubat’ın sancısını çeken muhafazakâr kesimin çilesinden de habersiz büyüdüm.
Merhum Özal’ın Pasifik meltemlerine yaslanıp özgürlük heykeline klark çekmesiyle birlikte; Türk tipi kapitalizmin peydahladığı ekonomik sınıfın fabrika ayarları sıfırlanıp, kalkınma hamlesi teranesiyle; zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğu geçiş dönemine dair hayal meyal hatıralarım, Sır’ın ihtiva ettiği sosyo-ekonomik dejenerasyonu anlayabilmek için bana ve neslime bir takım avantajlar sağladı.
Doksanların ikinci yarısından itibaren Türkiye, askeri vesayetin soğuk nefesini ensesinde hisseden ideolojik kamplarla, altı durmadan harlanan Kürt sorunu, gazeteci cinayetleri, üniversite olayları ve faili meçhullerle çalkalanıp, nihayet milenyum çağına doğru yuvarlandığında, kitabının arketipini oluşturan politik yapı da, artık üzerine dar gelen Milli Görüş gömleğini çıkardığını alenen deklare etme fırsatı buldu. Bu gömlek, İsmet Özel’in tabiriyle, Müslümanların “kendirini kendilerinin ektiği” bir gömlekti ve çıkarıp atmak herkes için kolay olmadı. Ömrünü ümmetin fukarasını yazmaya adamış Kutlu’yu, yakın tarihin geniş karnına bakıp, siyasal İslam’la mukayyet, kof bir kültürel iktidar eleştirisine meze edeceğim sanılmasın. Ne ki, esasında kültürün bir nesnesi olagelen edebiyatı -hassaten Sır hikâyesini- siyasal konjonktürden ayrı biçimde okumaya çalışmak, metnin omurgasını oluşturan fikrin, kabukta din, özde tasavvuf eleştirisi olarak algılanmasına yol açacaktır. Nitekim kitap üzerine yazılan muhtelif eleştirilerin düştüğü korkunç yanılgı tezimi güçlendiriyor.
Bugün muhafazakârların haysiyetlerini muhafaza ettikleri(!) mahrumiyet kültürünün kodlarını çözmek için bir dekodere ihtiyacımız yok. Evvelemirde, dinin yorumlarına değil, bizzat dinin eleştiriye açık bir hedef yapılmasına meşruiyet kazandıran ablaklar imparatorluğunun imar faaliyetlerine, hiç yoktan bir kepçe operatörü nazarıyla bakmak yeterli… Umumiyetle Tanzimat’ı milat alan Türk modernleşmesi, fermanın okunmasını takip eden, handiyse bir asırlık sürecin sonunda, Latin harflerini sökeyim derken imanı gevreyen sümüklü veletlere, önce hilafetin ilgası, akabinde son model bir siyasal rejimin bidayetiyle tumturaklı bir ezber kültürünü de miras bıraktı. Sanki evvel ezel birleşikmişler gibi, palas pandıras bir dizi devrim senaryosuyla birbirinden ayrılan din ve devlet işleri, cumhuriyeti demokrasiyle, kadını erkekle, şeriatı fıkıhla eş-değer kılarak artık feslerini kalıplatmak zorunda olmayan müstemleke aydınlarına rahat bir nefes alma imkânına kavuşturdu. Sapla samanı birbirinden ayırmaya teşebbüs eden sarıklı yurttaşların, cesametin bedelini canıyla ödeyecekleri anayasa ile kesinleşince, mücahit ruhlu Müslümanların edebiyat ve düşünce macerası da alevlendi.
Bu bakımdan Sır, kurmacayı çürüyen din telakkisi bağlamında, yozlaşan tarikatlar üzerinden yapsa da, kanaatimce modernitenin sonuçları üzerinden okunmalı. Tüketim kodlarıyla oynanan modern insan tekleri, yukarıda, kabaca resmini çizdiğim siyasal kırılmaların akabinde evrildiği yeni kimlikte, nesneler karşısında dumura uğrarken, inanca karşı da yabancılaştı. Oysa yüzyılın ilk çeyreğinde siyasal ve sosyal hayatın bir şubesi olarak anayasayla hatları çizilen bu yeni din(!) hem içtimai hayatı, hem de bireylerin şahsiyetlerini şekillendiren yegâne yapıdır. Önemli, değerli, işlevsel bir aparat, diyanet eliyle kurumlaştırılan siyasal bir düzenek değil, yegâne yapıdır. Ne yazık ki, modernitenin babası meçhul, al yanaklı çocuğu sekülerizm, laik tedailerle tasarlanan bu nevzuhur dini, dine rağmen yaşamayı icbar eden bir tüketim kültü haline getirmiş, nihayet kapitalizm, dervişlerin maneviyatla arasını açmış, dinin özü olan tasavvuf, taşradan büyük şehirlere doğru, tüketimin nesnesi haline getirilmiştir.
Her eserinde kabuk değiştirse de, esasen Mustafa Kutlu’nun tüm hikâye ve denemelerinin çekirdeğini oluşturan fikirlerin omurgası, işbu modernitenin tenkididir. Akabinde, mecburi olarak sekülerleşme, arizî olarak yabancılaşma gelir. En nihayet, taşradan demir alıp kentte karaya vuran orta ve alt sınıfın onulmaz kimlik bunalımını okuruz…
Bir Kurmaca Metni Olarak Sır
Mustafa Kutlu’nun hepi topu doksan sayfadan mürekkep bu uzun hikâyesi, her biri başlı başına birer bunalım öyküsü olarak da okunabilecek sekiz bölümden oluşuyor. Her bölümü başka bir anlatıcının ağzından dinliyoruz. Bütünün parçalarını teşkil eden hikâyeler, kitaba ismini veren Sır ile başlıyor. Girizgâh faslında yazar, okurlarını, Tolstoy öykülerini andıran masalsı üslubuyla zamansız bir uzayda selamlıyor. Hikâyenin ana kahramanı; Anadolu taşrasında, elinin emeğiyle geçinen, henüz tarikat meşrebini bilmediğimiz, sonraları Nakşibendi ihvanından olduğunu sezinlediğimiz, hayatını rençberlikle idame ettiren, klasik medrese usulünce eğitim ve icazet almamasına rağmen dergâha bağlılığı ve hizmetleriyle temayüz eden hâl ehli bir mürit. Kutlu’nun, “Efendi Hazretleri” şayiasıyla kutsallık atfettiği mürşit karakteri, müridin utana sıkıla, iki büklüm kaldığı reddi miras talebine rağmen “kutsal emaneti” sırtlanmak zorunda kalıp tekkenin yeni postnişini olmasıyla başlıyor. Dergâha toplumun hemen her kademesinden insan tipleri dolup taşıyor. Siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler, memurlar, küçük esnaf… Karakterlerin tekke ile kurdukları rabıta üzerinden şahsi dramlarını da okuyoruz. Şeyh efendi ilerleyen zamanda, bıçağı kesen şehirli müritlerin -halkçı telkinleriyle- şehre taşınmak zorunda kalıyor. Kent hayatıyla birlikte çürüme de başlıyor. Tarafgir gazete manşetleri, ihvanın politik dejenerasyonu, siyasallaşan tarikat kurumu, rant odakları, şatafat ve lüks… Sonunda Efendi Hazretleri sırra kadem basan bir heyulaya dönüşüyor. İşin aslını finalde, Cüz Gülü öyküsünden öğreniyoruz.
Un Certian Regard: İçeriden Bir Bakış
Kitap bittiğinde “Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsünü” duymaktan kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Zira maşeri vicdana sus payını verip Mustafa beyin -kutlu davasına- hakkını verdiğime göre, nihayet yiğidi öldürebilirim.
1978 yılında Gilles Jacob tarafından Cannes Film Festivali ödülleri resmî bölümlerine bir yenisi daha eklenmiş. Fransızca özgün adıyla, Un Certian Regard; Türkçe’ye, Belirli bir Bakış yahut İçeriden Bir Bakış ismiyle çevriliyor. İkinci çevirinin dış-dünya anlatısını deruhte ettiği iki kelime ile: ‘bakış’ ve ‘içerisi’ ile memuriyetten mecburiyete geçiyorum. Şöyle ki, bir tahlil yazarı olarak iyiye ve güzele matuf bir işe memur kılındığımda bakışımı dizayn etmem müşkül bir iş… Nitekim Sır metni üzerine yazılan devasa külliyata kabaca göz gezdirdiğimde, metne bakışımı vülgarize eden ferfecir gözlerin nazarına girdiğimi de fark ettim. Sıkıcı, statik makaleler, görev ahlakıyla yazılmış mekanik lisans tezleri… Akademinin estetik nazardan nasipsiz kof entelektüelleri; objektivite martavalıyla, yazarların aşkın ve tutarsız taraflarını görmezden gelip, anakronik bir dille, üstelik literatürü tarihi ezberlerle, mensubu oldukları cemiyetin içinden okumaya ve anlatmaya eğilimliler. Oysa edebiyat, okurlar nezdinde işlerden bir iş olmadığı gibi tahlil de indî bir okur tecrübesinin ürünü.
Meseleye içeriden bakmaya gayret eden biri olarak söylemem gerekirse, Mustafa Kutlu benim nazarımda bir prototiptir. Emniyetli bir isnat duvarıdır. Aynı dergicilik ve maarif yönüyle öne çıkan Cahit Zarifoğlu gibi, zamanla bir kült haline getirilmiştir. Bilhassa akıcı üslubu, tertemiz Türkçesi, ustaca kullandığı halk ağzı ve sade hayat tasavvuruyla özgün bir yazardır. Açtığı yolda yürüyen; seccade, yaşlı babaanne, ab-ı hayat saçan hikmet pınarları, teknolojiye direnen küçük esnaf, orta sınıf hüznü, yoksul trajedisi, yağmur sonrası toprak kokusu orijinli imgeleri ve kırk yıllık zaman zaman zarfında, gitgide bir inkar kültürü haline gelen nostalji travmalarıyla, edebiyat olayına ancak ‘içeriden’ bakabilmekle cezalandırılan, hemen her İslamcı dergide rastlayabileceğimiz romantik Mustafa Kutlu replikasyonları, yazarın Türk hikayeciliğinde ne kadar güçlü bir figür olduğunun ispatı.
Kutlu’nun poetik teklifini oluşturan Sır başta olmak üzere, başat eserlerini bir kenara koyarsak, onun ayırıcı vasfı, akıcı dili ve üslubudur. Okumaktan ziyade yazmakla ilgili dert sahibi olanların, çuvaldızlarını hokkalarına batırmak suretiyle istifade edebilecekleri özgün bir üslup(!) Buna mukabil, yazarın kurmaca evrenini çoğunlukla klişe ve hamasi bulduğumu söylemeliyim. Bu bağlamda, Sır’ın insicamını fena halde sekteye uğratan tek bir öyküye rastladım: Her Ne Var Âlemde. Tereke defterleri metaforu üzerinden bir çeşit ‘’Fihrist’ niteliğinde kurgulanan bu bölüm okurun dikkatini alt üst ediyor. Bilahare, Politik-Vizyon öyküsünde sıralanan ‘Enflasyon Maddelerini’ okurken, az kalsın sıkıntıdan zona çıkaracaktım.
Kutlu’nun deneme ve gazete yazılarının dışında, değerlendirmelerimin sathi ve kötü niyetli olup olmadığı hususunda ‘içeriden’ gelen sesleri bastırabileceğim beş hikâye kitabıyla iştigal oldum. Bu Böyledir, Hüzün ve Tesadüf, Uzun Hikâye, Nur ve Sır. Durmadan su katılan temcit pilavı, ilelebet payidar olayım derken şaftı kayan naçiz bedenimde alerjik reaksiyona sebebiyet verdiğinden, sözünü ettiğim beş eserle iktifa edip yeni sahillere yelken açmak zorunda kaldım. Kaldı ki, handiyse tüm eserlerin odağında; köyden kente göç paradigmasının gölgelediği, masalsı anlatımın muğlaklığıyla, toplumcu gerçekliğin bütününden ustalıkla koparılıp idealize edilmiş bir taşra mistisizmine rastladım.
Sır, kasaba konfeksiyonlarının çakma Blue Jean’lerini pazara çıkarayım derken, şehrin defolu gömleğini aynı taşralı işçilerin ürettiğini maalesef unutuyor. Modern mitralyözlerin yaylım ateşi altında Müslümanların hayatta kalma çabasının sebebiyet verdiği mide bulantısı, bir illüzyonu da beraberinde getiriyor: Metropolde dervişane bir yaşamın mümkün olmadığı ezberi! Kutlu, Hâssü’l-Havâs’ı sembolleştirip, İhvân’ül Kolpa’ya tevdi ettiği bu mahrumiyet duygusunu alenen resmetmeyecek kadar işarî yönü güçlü bir öykücü. Lakin yazarın evvel zamana duyduğu yakıcı özlem, Okçular Tepesi’ni terk etmeye dünden razı olan kitleyi, insiyaki olarak, çıkılacak Hira’yı, haykıracak Tur’u şehirde bulamayacağı yanılgısına sürüklüyor.
Peki, madem içerisi aydınlatılınca geçici bir körlüğe maruz kalıyoruz. Öyleyse, genelde kurmaca, özelde hikaye okuru olarak edebiyat olayına ‘dışarıdan bakışımızı’ dizayn eden şeyler neler olmalı? Cevabı müşkül bir soru… Sarahaten bir yanıt için, ya bize konfor tesis eden konumumuzu, yani, yıllardır okuyageldiğimiz pofuduk baba koltuğunu yahut bakışın nesnesini, yani, okuduklarımızı değiştirmek zorundayız. Tercihe şayan olan, elbette ilkidir. Okurun konfor alanını terk etmesi, zamanla, aklın hazzına varmasıyla, tarihsel gerçeklerle uyumlu ve insanın kötücül yanını apaçık gösteren rijit yapılara kapısını açmasıyla mümkün. Acaba kurmaca edebiyat söz konusu olduğunda tarihi gerçeklerden istifade etmek ne kadar mümkün? Keza İstanbul’un fethine katılan koskoca Âşıkpaşazâde’nin, Tevârih’inde, Konstantinopolis’in muhasara tasvirlerine birkaç satır ayırdığını düşünürsek işimiz biraz zorlaşıyor…
Kemal Tahir’in dili olsa da konuşsa!
Hakan Arslanbenzer bir beyanatında, akademisyenlerimiz gerekli özeni gösterebilselerdi, karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin gazelle soneyi, mesnevîyle romansı birlikte ele alıp dünya edebiyat tarihini Avrupa merkezci paradigmadan kurtarabileceklerini, fakat treni çoktan kaçırdığımızı ironik bir dille belirtir. Buradan, belki aşırı bir yorumla da olsa, Mustafa Kutlu ve Müslüman edebiyatçıların modern olanı eleştirirken modern araçları kullanmaya mecbur oldukları sonucu çıkıyor. Bu argümanı ahlaki bir dilemmanın çözümlemesi için değil, günümüzün İslamcı hikâye tasavvurunu/tekniğini oluşturan vakıayı açıklamak için kullanıyorum.
Modern dünyada inanç ve düşüncenin rasyonellik neşteriyle atomlarına ayrılma çabası, aslında birer insan teki olan edebiyat okurlarına kategorik düşünme kolaylığı sağlıyor. Oysa İslam geleneği, kötücül addettiğimizi değil, bizatihi kötüyü setreder. Muhafazakâr okurun ayıp telakkisi; iyi, güzel ve ahlaklı addettiği tasarımları muhafaza etme eğiliminde olduğundan, İslamcı okur; Kutlu’nun muhtelif hikâyelerinde defalarca tekrarlanan “pezevenk” ve “fahişe” gibi anlamı sağaltan sert ifadelere iptidai reçeteler bulurken, ayette geçen, “Göğüsleri tomurcuklanmış aynı yaşta kız” tasvirine yüzü kızarmadan kulak kabartamaz.
Ardında bir öte dünya idealinin olduğu tüm tasarımlar, mecburi olarak bu dünyanın gerçekliğine mesafe alır. Gerçekliğin keskin pençesiyle yüzleştiğimizde ise ahlaki dogmalarımız üzerimize devrilir ve onulmaz bir acı hissederiz. Acıyı doğuran sebep kutsalın yıkılması gibi görünse de, esasında kutsalın tasarımı deforme olur. Yazınsal bir anlatı olarak din, dindar çoğunluğun zihninde serapa ‘kutsal’ bir kurum olarak taayyün eder. Bu yönüyle din, inananlara güvenlik duygusunu tesis eder. Kutsal, mistik doğası itibariyle yukarıya doğrudur. Daireseldir, köşeleri yoktur, avuçlanamaz. Bulutların içinde, muhayyel bir surettedir… Dine, aklî/nazarî yönüyle bakabilenler için ise öte dünya, hayatın sert kabuğuna/gerçekliğine zımbalanmış, içkin bir tasarımdır. Ne ki, aklın verdiği haz, bu kez aşkın, yeni bir ifrat kültürünü doğurur: Kutsalın tümüyle reddi!
Histerik Bir Öte-Dünya Krizi: Bab’ Aziz ve Sır
Bilhassa İran, Fas, Mısır, Tunus ve Cezayir sinemasında terliksi hayvan gibi türeyen Müslüman-LGBT-i bireylerin(!) meşru kılınma çabasının ardında, aklın rasyonellik raptiyesiyle dine yamanması çabası yatıyor. Oryantalist sanatçıların elinde iki neşter var; ilki, inananların bakışını deforme eden retorik aparatı, ikincisi; özünde dinin bir şubesi, süreği, ayrılmaz bir parçası olan, buna mukabil ‘kutsal’ olandan koparılarak yeni bir din imiş gibi modern tüketim endüstrisine çivilenen kültür mefhumu.
Ülkemizde geniş kitlelere ulaşıp, ‘içeride’ beğeni toplayan Bab’ Aziz filmi, sözünü ettiğim kültür fetişini geniş kitlelerin gözüne sokan en çarpıcı örneklerden biri. Kaderin cilvesi, aynı Mustafa Kutlu gibi bir tasarımcı/ressam olan, filmin yönetmeni Nazer Khemir, verdiği bir mülakatta: “11 Eylül sonrası histerik dünya ve medyanın yansıttığı İslam algısına karşı çıkan bir duruşla Bab’ Aziz fikrini oturttum.” der. Khemir’in zihnine döşenen kara mayınları Kutlu’nunkilerle aynı modeldedir. Aziz Baba’nın yolculuğu ilk bakışta fantastik bir seyr u sülûk macerası gibi resmedilse de, tablonun tasvir ettiği hikâye; 1980’den sonra tüm dünyada İslam’ın siyasallaşması, Müslümanların siyasete ve güce talip olmalarıdır.
Film, metafizik bir yolculuk tasarımıyla Genel İzleyici Kitlesinin ortak beğenisine bigâne kalmamayı tercih eder. Son tahlilde sinema, tüm edebi tasarımlar gibi bir sanat ürünüdür ve satılmak zorundadır. Bilahare, Bab’ Aziz’de de, aynı Sır’daki gibi, kategorik bir zaman ve mekân algısı yoktur. Bab’ Aziz’deki karakterlerin hikâyesi, özünde bir bütün olan âlemin hikâyesinden birer cüzdür. Aynı Sır’daki müstakil hikâyelerin, kitabın künhünden birer cüz olması gibi… Bab’ Aziz de, Sır da, yatay yönde ilerleyen, dolayısıyla geniş kitlelerin beğenisine ulaşan yapıtlar.
Sır’a softa nazarıyla doğrudan bakan göz, Bab’ Aziz’e de kullandığı araçlar zaviyesinden (kadın sesi, raks ve müziğin dergâhın etrafında işlenmesi) bakarak, sanat tasarımını, dinin bir süreği olan kültürden bigâne kalarak dizayn edemedi… Aynı, sinematografik olarak Bab’ Aziz’den fersah fersah yukarıda olan ve ne yazık ki ‘iç hatlara’ pek fazla bilet kesemeyen Takva filmine bakışını dizayn edemediği gibi…
Nazer Khemir’in eleştirilere cevabı manidardır, “Peygamberin evrensel mesajının hatırı için dini tek bir kavrayışla açıklamaya çalışmayın. Kendi yolunuzu doğru, başkalarını ise yanlış olarak tanımladığınız anda biliniz ki, radikalizm doğar. Dünyadaki insan sayısı adedince Allah’a giden yol vardır.”
Kayıp Zamanın Musavviri: Anlatıcının İndî Varlık Tasavvuru
Henüz ilk sayfalarda, ne mene bir sanatçıyla karşı karşıya olduğum hissiyatı, yolculuğun geri kalanı hakkında bana bir fikir veriyorsa, ilk adımdan itibaren Kayıp Zamanın İzinden çıkmanın bir yolunu arıyorum. Yarım bıraktığım kitaplar bir dağı andırıyor… Ağzından bal damlayan anlatıcının tatlı dili, yol boyunca bana yarenlik edeceğini ima ediyorsa, kendimi güvende ve fakat sinsice ağulanıp uykuya yatırılan bir esirmişim gibi hissettiriyor. Zehrin, imgesel düşünebilmekle cezalandırılmış, rijit zekâların sanat üretimi sürecinde, bir çeşit faydalı mikrop (panzehir) işlevi görebileceği hatırdan çıkarılmamalı. Keza kötücül olanı en çıplak haliyle tasvire yeltenmek, özgünlüğün muhafaza edilmesini sağlayan bir avantajdır.
İnsanlar yanılgıda bir ümmettir. İnsan, tutarsızlıklarıyla insandır. İçerisi ve dışarısı, dilin imkânlarını berkiten birer metafordan ibaret. İkilik ise bakan gözdedir. Orta yolu bulduğum sanılmasın, yoldan çıkalı çok oluyor… Elimden gelse, ölümden önce can sıkıntısına çare bulurdum. Yine de yazıp çizen, silip karalayandan evladır. Sevinci gövdesinde namusluca güden, burkulup kalandan iyidir. Şu var ki, söz konusu sanat üretimi olduğunda, iyiliği/özü temellük etme gayretinin bedeli, nazarın (estetik bakışın) kaybı iken, biçim ve üslubu temellük etme gayretinin bedeli, manzaranın (analitik bakışın) kaybı olarak tezahür ediyor. Hâlbuki sanat, afakta ve enfüste, biteviye seyreden insanın, indî varlık tasavvuruna ruh giydirme cehdinden başka nedir ki? Adına yazar, ressam yahut yönetmen diyelim, tüm musavvirler, büyük bir iddianın sözcüleri değil mi? Tuvale atılan her fırça darbesi, kâğıda damlayan her mürekkep damlası, Tanrı’nın zorunlu ilmi, insanın mümkün doğası gereği, günden güne çürüyen bir turnusol kâğıdının üzerine düşüyor.
Ne ki ben, Tanrı’nın -insan eliyle- çizdiği resimlere, ancak Nietzsche’nin nazargâhından bakabilmekle cezalandırıldığımı hissediyorum.
“Ben, kanıyla yazanı seviyorum.”
Bahadır Dadak
1 Yorum