Üvey Vatandaşlar İçin Teselli Şarkıları-11: Dramatize Yaşam Karamalize Ölüm

İki ayrı kumaştan bütün bir entari çıkar mı diye senelerce ayrılığa teyellenen bir arkadaşım var. Henüz çocuk yaşta anne ve babasının ayrılığını sırtlanmış cefakâr biri. Uzun yıllar dokuma tezgâhının başında ona yarenlik ettim. Dökülen iplikleri toplamak bana düştü. Neşeli başlayıp kanlı biten bir bütünleme teşebbüsünde, freudyen bir iç-dikimin kalfası olmuştum yine. Annesiyle aynı kaderi paylaşan bir kadının hikâyesini anlattı. Hayırsız herif, kadıncağızın hayatını zindana çevirmiş. Adamda her yol var. Çocukların hatırına direnmiş kadın. Diğer kadına ve kadınlara rağmen direnmiş. Uzun yıllar evlatlarını bağrına basarak teselli bulmuş. Çocuklar palazlanınca filmin rengi değişmiş. Yollar ayrılmış. Büyük bir tiksinti ve hayretle devam etti. Belki çeyrek asır sonra boşandığı kocasının ölüm haberini aldığında annem kadının yanındaydı dedi. Gözleri dolmuş ve annesine şöyle demiş:

“Allah rahmet eylesin. İyi adamdı.”

Bu ölümün sonuçlarını nasıl yorumlayabilirim diye düşündüm. Stockholm sendromu, aşk, cinsi latif cisimlerin analitik düzlemde nesnelliğini yitirmesi, merhamet ve acınma isteği… Bilmiyorum, belki hepsi. Bence gerçek neden çok daha geniş bir perspektifte ele alınmalı. Bunca acı ve zulümden ders alamayışımızın sebebi, bilinçli olarak, ruhen ve zihnen tekâmül etmek gibi bir derdimizin olmamasıyla açıklanabilir. Yani, hayatı yağmalama isteğimizle…

***

Bağrımıza bastığımız taşlar sandığımız kadar ağır değildir belki. İnsan eti o taşlardan çok daha ağır olmalı. Sisifos’un sırtındaki devasa kayadan dökülen taşları Spinoza gediğine koyuverdi:

“Arzuladığımız şeylere iyi deriz.”

Albert Camus, “Mutlu Ölüm” gibi bir neşterle yarayı kanırtsa da kuşkunun haymesine kazık çaktığı için ölüm, varoluşçular adına arzulanmaktan ziyade korkulan bir şeydi. Spinoza kesinkes haklı, nitekim filozofların genel görüşüne göre, doğamız gereği arzuladığımız şey, hâzâ mutluluktur. Ne ki mutluluğu da, bizzat yaşamın zatında arıyoruz. Sanki ölüm, yaşamın bir türevi değilmiş gibi. Burada çok ciddi bir sorunla yüz yüze geliyoruz ve işler epeyce ilginçleşmeye başlıyor. Çünkü başkalarının ölümü, hele büyük zekâların ölümü garip bir şekilde yaşamla kurduğumuz bağı sağlamlaştırıyor. Bazen, yaşamdan hiç tat almasak da onunla kurduğumuz bağın o kadar güçlü bir hale gelmesini arzuluyoruz ki, hiç tereddüt etmeden “büyük zekâların” ölümünü karamelize ediyoruz.

Tarihte nam salmış büyük şahsiyetlerin ölmeden hemen önce söylediği iddia edilen, bazıları özde, bazıları közde, bence çoğunluğu da sözde “son sözlerle konuyu genişleteyim.

Gelmiş geçmiş en büyük mûsiki icracılarından kabul edilen Ludwig Van Beethoven’la başlayalım. Söylenene göre hazret, son nefesini vermeden önce, “Alkış, arkadaşlarım, komedi bitti.” demiş. Bu hüzünlü senfoniyi besteleyen sanatkârı ayakta alkışlıyorum. Fransız psikanalist Jacques Lacan; “Yok oluyorum” demiş. Ülkemizde epeyce rağbet gören “Alırsan Ford olursun lord!” kelam-ı kibarının mucidi, Amerikalı sanayici Henry Ford; “Bu gece iyi bir uyku çekeceğim.” demiş. Viski sektörünün ağababası Jack Daniel; “Son bir içki, lütfen!” demiş. Cihanşümul felaket tellallarından, tavşan niyetçisi ve astrolog, büyük Nostradamu;Yarın güneş doğarken, artık burada olmayacağım.” demiş. Das Kapital’in müellifi, birleşen halkların zincirkıran delikanlısı Karl Marx: “Hadi oradan! Son sözler yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir.” demiş. St. Petersburg zemherilerinde soğuktan titreyen melankolikleri paltosunda ısıtan Rus yazar Nikolay Gogol;Bir merdiven, çabuk bir merdiven getirin.” demiş.

Bu parmak pazardan almış, bu parmak eve getirmiş, bu parmak pişirmiş, bu parmak da yemiiiiiiiş!

Son sözlerin, bize aktarıldığı zamana, aktaranların samimiyetine ve bu sözlerin nesnelliğine inanmama hakkımı saklı tutuyorum.

***

Bir süredir hayvan barınağında çalışıyorum. Sahipsiz sokak hayvanlarının bakımını ve sahiplendirme işlerini yürütüyoruz. Bir gün ofiste sıkıcı evrak işleriyle uğraşırken, dünya-bilir tabir edilen, aşırı özgüvenli ve geveze bir adamın şen şakrak kahkahalarıyla irkildim. Adam yetmişine merdiven dayamıştı ve hayat doluydu. Devamlı diriliğinden, kendini genç hissettiğinden, zamanında kırdığı cevizlerden, neşeyle sahiplendiği av köpeklerinden, tek kurşunla avladığı domuzlardan falan bahsetti. Boynundan beline doğru uzanan çantayı ve içinde parlayıp sönen ışıklı cihazı fark ettim.

Çantasında taşıdığı şey, kalbiymiş.

***

Üstadı sevenler onu karaladığım zehabına kapılmasınlar. Lakin Prof. Dr. Osman Özsoy’un Necip Fazıl Kısakürek’in vefatı üzerine yazdığı satırları iktibas etmek istiyorum.

“Tam 26 yıl önce yine gizemli bir Mayıs gecesinde, takvimlerin 25 Mayıs 1983 gece yarısını gösterdiği saatlerde, hastalığının ilerlediği dakikalarda yatağından hafifçe doğruldu, ela gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, derin karanlığa baktı. Ne gördü bilinmez; ateşin verdiği etki ile kırmızıya yakın pembeleşen dudakları hafifçe kıpırdadı ve ‘Demek böyle ölünürmüş!’ dedi.

Kim bilir belki de o an, ölüm meleğinin evine teşrifini gördü… Nitekim bu sözlerinden hemen sonra şahadet getirerek son nefesini verdi.”

Terrence Malick ya da Bêla Tarr filmlerinden çarpıcı bir sahne gibi izlediğimiz bu dramatik sekans, bence bir yansımanın dışavurumu. Burada üstadın ölümünü izlemedik, Osman Özsoy’un yaşamla kurduğu bağı, onu kendince, hüzünle yorumlayışını izledik. Gizemli olan Mayıs geceleri değil, ölümün kendisiydi. Necip Fazıl başını çevirip derin bir karanlığa bakmadı, baktıysa da dışarıda muhakkak ışık vardı. Özsoy için ölüm, Azrail’in kanatlarıyla aydınlanan, boz bulanık bir karanlığı imliyordu.

*

Cermen cemaatinin civanmert filozofu Martin Heidegger, Kant ve Metafizik Problemi isimli kitabında şöyle diyor:

“Düşünenler için, eksik kalan şeylerde daha kalıcı dersler vardır.”

Cennetten demir almış, bir tarafı eksik, her daim hüzünlü bir babanın evlatları olarak dünyada bulunuyor olmamız hayret verici. Dilimizde yasak meyvenin kekremsi tadı. Aynı bedende eksik ve yarım, hüzünlü ve mutluyuz. Korkuyor ve umut ediyoruz. Kaburgamızda uyuyan kadın, uyanmak nedir bilmiyor. Bazen kendi kendime, sanki dünyayı cennetin posasından yapmışlar diyorum. Kabuğu meyvesinden ayrılınca zamanla kurumuş. Yine de çürümeye yüz tutmuş özünden çıkan rayihalar, hasretle burnumuzda tütüyor. Cennete, vatan toprağına secde etmek için can atıyoruz. Lakin konu, ölümlülerin ölümle rabıtasına gelince bilincimiz hep yaralı. Yüceltme alışkanlığımız ise dipdiri. Ölümün, dindarlar için bile, içten içe mutlak son olduğu zannı bütünlük sorununu yorumlamayı imkânsız kılıyor. Çünkü ölüm anına dair en ufak bir deneyimimiz yok. Elimizde tevatür, rivayet ve nakil var. Ölümün acısına, o an ki susuzluğa dair bazı rivayetler öylesine şedit ki, dünyada ölümü mukayese edebileceğimiz bir şey bulmaktan aciz kalıyoruz. Ölümü tecrübe edenler telefonlarımızı açmıyor. Eksik kalan her şeyi yaşamın, özellikle iyi ve örnek addedilen yaşamların bilgisiyle yorumluyoruz.

“Son sözlerden” birkaç örnekle, büyük zihinlerin ölüm anlarında söylediklerini biraz daha karamalize edelim.

Ülkemizde yıldızlı şapka sektörüne ivme kazandırarak liberal ekonomiyi şahlandıran Bolivya’nın kültür ateşesi Ernesto Che Guevara; “Vur korkak herif! Sonuçta sadece bir adam öldüreceksin.” demiş. Günümüz bilim insanlarının beynini saklayıp salamuraya yatırdığı, atom bombasının mucidi ve yüz yılın en büyük dehası Albert Einstein; “Ben görevimi burada bitiriyorum.” demiş. Oluşturduğu sert adam imajıyla sinema tarihinin yüzünde derin jilet izleri bırakan Humphrey Bogart; “Scotch’tan sonra o martini içmemeliydim.” demiş. Büyük Amerikan rüyasının prototipi ve New York Yankees’in efsanevi beyzbol oyuncusu Joe DiMaggio; “Sonunda Marliyn’i görebileceğim.” demiş.

Ölüm döşeğinde, can elmasının boğaza dayandığı son anda söylendiği iddia edilen bu afili laflar, ancak şuurun, belirsizliğin saydam sularında fokurdayıp buharlaşmadığı, zamanın göreciliğini muhafaza ettiği, ezcümle aklın, henüz yerli yerinde mukim bulunduğu varsayımı altında mümkündür. Gerisi lâfı güzaf…

***

Yumurta topuğa dayandığında, ölümü analitik düşüncenin fetişi haline getirme cüreti, bence ziyadesiyle büyük zekâlara öykünenlerin marifeti. O vartada, ölümü sanatın, kabaca muhayyilenin fetişi haline getirmek de ayrı bir işgüzarlık. Muhayyile, muğlak olanı pek sevdiğinden, erbabı sanat ve şair takımı buna cüret edebilirler. Bence biraz haklarıdır da… Ama onlar bile içten içe daha zamanlarının olduğunu bilirler. Daha vakit var derler, ölümün sinsi bir katil gibi eşikte beklediğini ama henüz zili çalmayacağını pekâlâ hissederler. Çünkü yeterince susamamışlardır. Dünyanın ırmakları, ırmaklara kollarını açıp bekleyen denizler, bildikleri, tanıdıkları denizlerdir. Memeden fışkıran süt, gırtlakta büyüyen harf, o korkunç susuzluğu imlemez.

***

Peki, âdemoğlundan ölümü, yaşamaktan daha fazla arzulayanlar olmadı mı? Elbette oldu. Onlar, ölümden önceki ölümün sırrına vakıf olmuş bahtiyarlardı. Ölüm anında ki konuşma cüretinin bedelini, henüz yaşarken ölerek ödediler. Onların saatleri hep aynı zamanı gösteriyordu. Bir bakıma, zamansızlardı. Kalpleri her daim kırık, dilleri her daim susuzdu. Büyük mütefekkir ve âlim İmam Gazâlî hazretleri, Kimyâ-yı Saâdet isimli eserinde bu zümrenin ölümü anmasını, didara ölümden sonra kavuşma arzusuyla açıklar. Çünkü seven, sevdiğine kavuşmanın vadesini unutmaz. Belki daima o vadeyi bekler. Bir arifin son anlarında şöyle dediğini rivayet eder:

“Dost geldi, tam vaktinde geldi! Ey Allah’ım! Fakirliği zenginlikten, hastalığı sağlıktan, ölümü de dirilikten daha çok sevdiğimi bilirsin. Ölümü bana kolaylaştır. Tâ ki senin didarınla rahat olayım.”

İmam Gazâlî hazretleri devamında, “Bu dereceye varmanın ötesinde bundan daha büyük bir derece de vardır ki, o da ölümü ne kerih görür, ne de talep eder, ne acele gelmesini ister, ne de ölümün gecikmesi dileğinde bulunur. Yalnız Hak Teâlâ ne hükmederse onu diler. Kendi tasarrufunu bırakır. Böylece teslim ve rıza makamına erişmiş olur. Bu ölüm onun yâdına gelince ölümün hallerinden korku çekmediği, hatta ölüme hiç aldırmadığı zaman olur.” diyerek sözlerini tamamlar.

***

Ölüm, kılıçtan keskin köklerini balçığın çamuruna sapladığında, suyun bilgisine çoktan ulaşmış, “zamansız bahçeleri kucaklayan” bir çiçek gibi, sessiz sedasız, toprağın hamuruna karışmayı diliyorum.

Bahadır Dadak

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • A.b , 28/09/2022

    “Ölüm anında ki konuşma cüretinin bedelini, henüz yaşarken ölerek ödediler.”

    “İki ayrı kumaştan bütün bir entari çıkar mı diye senelerce ayrılığa teyellenen bir arkadaşım var.”

    Bir ibadet biçimi olarak hayatta kalmak… yazının içerisinde bunu sayıkladım.

  • T. Tarık , 28/09/2022

    Ámin..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir