Mevziden Uzak Düşler

İnsanın yalnızlık nedeni

Gecenin ayazında meyus bir hikâyeden ayıkladığım saçlarım soğuktan morarak uyandı. Bir tel gibi aykırı duruyorum şimdi, sınır bölgelerinde. Sınır bölgelerinin trajik yerler olduğunu, insanın mekân tahayyülünde neye işaret ettiğini bilmeliyiz. Kimin sınırı içinde kendi sınırımızı belirliyoruz?

Kimi zaman esen serin bir havaya kapılıyor içimizi. Hangi sınırın kapısında durduğumuzu bilmeden, kendi sınırsızlığımızın imkânlarını araştırıyoruz. Bu, kimi zaman, zamandan arınmış şiir… Kimi zaman süslenmiş kederleri kıyasıya zamanla çarpıştırmak…

Uykunun şerbetlendiği vakitler… Tuzu eksik bir mutluluğuz. İçimizde katliamlar oluyor. Arka odamızda yalnızlıklar. Yalnızlıkla imtihan ediliyoruz. Kaçsak kurtulur sanıyoruz tüm kalabalıklığımız. Kaçsak infilak edecek saatler. Bu yüzden savaşlara hayır demek kadar eylemci kesiliyoruz. Barışsever yanımız içimizdeki savaşları nereye saklıyor? Kaçsak kurtulamıyoruz. Kaçsak daha da yalnızlaşıyoruz.

Modern dünyanın, modern insana bıraktığı ve onu imtihan ettiği bir tür saklambaç gibidir yalnızlık. İnsanlığın eksik bir roman gibi yaşaması bu yüzden. Bu, hayatı ortasından, ısmarlanmış bir biçimde, yaşaması tam da ona dikte edilen bir şeylerin olduğunun göstergesi. Bunu yaşamalısın. Yaşamayı düşünmelisin. Kesinlikle yaşamalısın. Yaşamadan yaşayamazsın. Hep bir buyurganlık içerisinde…

Şahsi bir yürüyüş

Voltamızı, dünyanın sınırlarla çevrilmiş dört tarafı mağrur ve gururlu, beş tarafı belalı ve dumanlı, kendi tarafından bakarsan öfkeli ve de hızlı, başkasına göre psikolojik sorunlu kişilerin arasında atıyoruz. Voltamız hiç bitmiyor.

Olacak diyoruz ve bu olacak. Zamana yenilen biz. Müntehirler. İdamını sehpaya alet etmeyenler. İçimizden ölüyoruz dünyaya, pis kokularımızı yaya yaya. Boynumuz terliyor, bize afet halinde biriktirilmiş acil çağrılar lâzım.

Canlı televizyonlar, pankreas kanserleri, orlon kazak örenler, pet şişeleriyle yaşayanlar, pipetlerinden mazot çekenler, kızartılmış patates, barbunya pilaki, aforoz edilmiş insanlık, yoğun sıcaklar, terleyen sırt, bunalan boyun, sinekler, bataklıklar, vantilatörler, kola şişeleri, teneke kolalar, plastik giydirilmiş mankenler, plastikle donatılmış şehirler, plastik çiçekler, yapma sevgiler, acıklı olsun diye çekilen filmler… Olabildiğince sürgünüz. Nereye dokunsak eriyecek gibi duruyor. İnsan olmaktan uzaklaştıkça insanlığımıza dönmek için çabalıyoruz.

Hiç kusura bakma saat yerinde değil

Dünya yığınlarca kir ve çamur… Hastalık birikmiş gözlerine, tüm gözeneklerine, eninden boyuna yığınla kötülük; şaşırtarak büyüyen yumak gibi insanların kendilerine bıraktıkları mirastır bu.

Islak havlular, cam kenarında unutulmuş -unutulduğu için tozlanmış- peynir kâseleri, “hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız” (Turgut Uyar). Uzak mevziler düşlüyoruz, uzak düşler… Ulaşılması daha zor, fakat daha kolay ediniliyor, zor fakat daha cazip, içimizi gıcırdatıyor, beynimizi uyuşturacak kadar. Hüznümüz bu yüzden büyük şeylerden değil, kapı gıcırtısına hüzünlenen bizleriz, ekmek arasına sıkıştırılan zeytinlerin, sürülen salçaların hülyalara dalışımıza sebebiyet vermesi bu yüzden. Kafamızda yuvarlak dişliler ve yumak gibi olmuş ağrılarla her gün ekranlarda boy gösteren boyumuzu kafasız bırakmak pahasına, yanıltıyoruz kendimizi. Avutuyoruz. Nereye bırakacağız bu dişlilerin bize bıraktığı ağrıyı? Bir mülteci botuna mı, çocukluğu çalınan çocuklara mı?

Yok mu, insanı kendine getirecek ve aslına döndürecek bir “tahta”?  Ben tahta diyorum sen başka bir element uydur yahut teori. Belki de tüm yaşanacak olanlar için ardımıza bakıp gülümsemek lâzım. Geçmiş olağanlığıyla geyikli halılarımızdan kendini bize çağırıyor. Yığınla duran eksik romanları bitirmek için, geçmişe dönmek; kendine dönmenin sırrını mı taşıyor.


Bilal Can

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir