
Hodgson, “Eğer XVI. yüzyılda Mars’tan bir ziyaretçi gelmiş olsaydı bütün dünyanın Müslüman olmanın eşiğinde olduğuna hükmedecekti.”[1] diyor. XXI. yüzyılda ise bu kez dünyadan bir ziyaretçi Mars’a gitti ve biz artık Mars’ın da Amerikanlaşmanın eşiğinde olduğuna hükmedebiliriz.
Günümüzde İslam olanla olmayanın münasebetini daha çok küreselleşme ve postmodernizm gibi çatı kavramların altında tartışıyoruz. Öncelikle ifade etmeliyim ki, Müslümanların gayrimüslimlerle bir aradalığı Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden beri yaşanmaktadır. Günümüzü farklı kılan hususiyet ise bunun kesifliği problemidir. Bu kesafet, Müslümanların sahip oldukları birikimde sâbite-değişken ayırımını ve ehemmi mühimme tercih etmek ameliyelerini gerçekleştirmelerini zorlaştırıyor. Hal böyle olunca “Medeniyetin kurucu unsurlarının varlıklarını devam ettirmeleri halinde, milletler onu tekrardan ve elbette ki öncekinden daha farklı şekilde canlandırabilir”[2] şeklinde bir yaklaşım aşırı iyimser görülebilir. “Küreselleştikçe Batılılaşan Dünya” kitabında İbrahim Aksu bu meselelere değiniyor. Aksu’ya göre bu kurucu unsurlar İslam medeniyeti bağlamında İslam dini ve Kur’an-ı Kerim’dir. Bu görüş iyimserdir çünkü kurucu unsurlara sıhhatli bir yaklaşımın ön şartı olan zihni ve kalbi duruş yalnızca çağımıza yeterli bir mesafeden bakmakla olabilecektir. Ancak bizler, “her yerde hazır” bir Batı medyasının, “Marki de Sade’yi bile tatmin edecek” bir video uygarlığının cenderesine girmiş bulunmaktayız. Bu öyle bir açmazdır ki Ekber Ahmed’e göre “Tarihte hiçbir şey Müslümanları Batı medyası kadar tehdit etmemiştir.” Yani artık Batı ve dışının değerleri her an temas halinde. Paradoksal bir biçimde bu şartlar altında Batı dışı dünyanın yaşadığı “kimlik bunalımı” başka meseleler ile uğraşmaya engel olacak derecede (sivrisineği saz addedenlerin delirmek üzere olduğu bir dönemde) ıstıraplı bir sancıya dönüşmüştür. Zira “her yerde hazır” olan medya ile Müslümanların belirli bir kesimi değil bilakis tüm Müslümanlar muhatap olmaktadır. Üstelik Ekber Ahmed’in belirttiği gibi on dokuzuncu yüzyılda emperyalistlerin karşısında Müslümanların fiziken erişilmez yerlere, çöllere, dağlara sığınışı gibi korunma imkânlarından da yoksunuz. Dolayısıyla Aksu’nun “Küreselleşirken esasında olup biten Batılılaşmaktan ve böylelikle de Batı’nın üzerimizdeki hâkimiyetini pekiştirmekten başka bir şey değildir.”[3] diyerek işaret ettiği sonuç bir noktada kaçınılmaz. Müslümanların muhatap oluşu Müslüman ahvalini acayip bir çeşitliliğe bürüyor. Etrafımızda görülen duruş bozuklukları da işte bundan… Yani Batı medyasının dokunuşunun kesafeti ve çok boyutluluğundan kaynaklanıyor. Bu duruş bozuklukları bazen o derece şedit oluyor ki nihayetinde bir duruştan söz etmek mümkün olmuyor. Kimilerinin postmodernizmin hoşgörüsü dediği şey de bundan ibarettir. Postmodernizm, diğer aktörler gibi Müslümanlarında yeryüzünün bir köşesinde durmasına cevaz veriyor. Ancak ne iseler o olarak değil. Çoklukla sadece şekil düzeyinde “durma” hakkı tanınmıştır. Fakat zihni bir “duruş bozukluğu” kaydıyla. Artık Batılı gibi sevmek, hayal etmek ve ancak onlar kadar hassasiyet sahibi olmak şartıyla “Ben Batılı/Amerikan değilim!” diyebilmek hakkı verilmiştir. Postmodernizmin hoşgörüsü yamalı bohça görüntüsüne sahip olanların mazhar olabileceği bir lütuf ve esasen var olma zannından, yeryüzünde pahasız, zararsız bir durma duruşsuzluğundan ötede değildir.
Ferhat İnan
[1] Marshall G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Vadi Yayıncılık, İstanbul 2019, s.190.
[2] İbrahim Aksu, Küreselleştikçe Batılılaşan Dünya, Mostar, İstanbul 2020, s.21.
[3] a.g.e., s.148