Şimdi ne desem sonu sana çıkacak biliyorum. Yalnızlığımı suskunluğumun kuytu köşelerinde büyütüp bekliyorum. Yalnızlığım büyüdükçe, yaralarım çoğalıyor bir bir. Önce dilimdeki sözcükleri kaptırıyorum ölüme. Sonra yokluğunda kaç ölüm ısmarladıysan bana, hepsinde özenle ölüyorum. Ölüm de olsa sendendir diye toprağı örtünüyorum üstüme soğuk gecelerde.
En çok kalbimin sana ayrılmış köşelerinde acıyorum. Kalbimden acımaya başlıyor bütün ömrüm. Yaşamak, bir çocuğun dağınık saçları gibi duruyor karşımda. Nereden düzeltmeye yeltensem beni dağıtmışlığın gelip çatıyor umuduma.
Ne zaman uyumaya kalkışsam, rüyalarımın başköşesini hep sana ayrılmış buluyorum. Hiç konuşmadığın rüyalarda kalabalıklaşıyor uykularım. İçimde duran bir çığlığa dönüşüyorsun. Ve hep bir rüyanın uzunluğu kadar bir uykuyla uyanıyorum acılarının kaderimi derinden kestiği sabahlara.
Soluksuzca yürüyorum gökyüzünü. Bakışlarım hep bir adım ötede gölgeni arıyor. Mezarlıkların içinden geçerken ölülerin dilinden anlayacak kadar ölü oluyorum. Dalından kopmaya yüz tutmuş sararmış yapraklar gibi gölgemi düşürüyorum ölülerin uykusuna. Ve sonra anlıyorum birden ölülerin gölgeleri göremeyeceğini. Ölmüşlüğümü asıyorum gittiğin sokakların köşe başlarına. Gölgenin bir günah kadar bile yakınımda duramayacağını anladıkça, gölgeme küsüyorum.
Karşıdan karşıya geçerken, adımlarımın hızlandığını görünce kendimden utanıyorum. Ki ben gözlerini gördükten sonra, çoğu kez karşıdan karşıya geçmeyi başaramayan bir adamım. Şimdi sırattan geçiyormuş gibi kan ter içinde kalıyorum her yolun başında. Ama yokluğun, cehennem gibi yakıyor, kalbimi sana ulaştırmak için çırpınıp duran adımlarımı.
Benliğimi geceye boyayıp, karanlık kefenlere bürüyorum ruhumu. Gittiğin günden beri ölümü taşıyorum içimde. Ölmeyi hiç beceremesem de taşıyorum işte. Yüzümde seni arayan çocukların gözlerinden kaçırıyorum yüzümü. Kendimi bir yokluğun içine hapsedip aklımın tüm ilmeklerinden seni geçiriyorum sadece.