Gidene Sor, Sadıklar Bilmez Unutmayı

 

Yalnızlığımda çoğalmış yaralarımı öpüp, uyandırdım kendimi yarı uyunmuş bir uykudan. Noktalama işaretlerini attım dilimden. Duraksamadan, soluksuz bir acıyı tatmak için. Kalbime indim sonra. Kalbimde kalbimle söyleşmeye indim. Sustuklarımı bağırdım içime. Sustuklarını, sustuğumu, acılarımı anlattım kalbime. Çoğaldım aynalarda kırılmış yüzüm kadar. Bin parçada bin acıyı tattım.

Saatime baktım sonra. Ölmek için çok erkendi. Sen daha gitmek için gelişlerini tamamlamamıştın yüreğimde. Ölümün resmini çizip koymamıştın tren istasyonlarına. Daha tanımamıştı kimse beni bu şehirde, yüzümdeki gidişinin iziyle. Dilimdeki karanlık tadı tattım. Karanlık bir günahın tadıydı tanıdım. Bana tattıracağın acı günlerin âhıydı. Ama ölmek için çok erkendi inan.

Büyük harflerle yalnızlığımı yazdım bir kenara. Sonra bir annenin çocuğunu öldürüşünü seyrettim yalnız kalmışlığımın ortasında. Her yanımı saran çığlıkların ortasında yapayalnız kalışımı dinledim. Kitaplar dolusu acı biriktirmiştim içimde. Sokaklara vurdum kendimi. Adımlarımı gölgemden gizlerken sana gelmeyecek yolların haritasını çizdim gölgeme. Unutmanın resmini aç köpeklere sorup durdum. “Gidene sor, sadıklar bilmezler unutmayı!” dediler. Sahi unutun mu beni?

Bir sokak lambasının ışığına sığındım. Ellerimi üşüten yalnızlığı ısıttım yokluğunun gölgesinde ama kalbim halâ üşüyordu, bir ok gibi saplanıp durdukça gelmeyişinde saklı olan gidişin sırrı beynime. Gözlerimi kapatıp gelişini hayal ettim sonra. Sokak başlarını tutmuş yokluğuna inat yürüyüşünü. Bir ezan sesini gecenin son deminden arındırıp gelişini hayal ettim. Sonra öpüp hayalinin son demini, içimdeki sırra gelmeyişini müjdeleyip derinlerime sığındım.

Bir yağmur yağdı sonra gözlerimden dökülmüşe eşlik eder gibi. Bir şarkıya eşlik eder gibi yağdım yalnızlığımla şehrin sokaklarına. Sonra alıp gözlerimi bir hiçliğin ortasına bıraktım. Gözlerimin olmadığı yerden baktım sana. Sen olduğum yerden baktım. Bütün İstanbul’u taşıdım bakışlarımda. Getirip koydum gözlerinin bitip yokluğunun başladığı yere İstanbul’u. Sonra yağmur dindi. Ne sen kaldın, ne İstanbul yokluğunda bir daha.

Islak yanlarımı sürükleyip ardımdan, hayatı bir merdiven gibi tırmanıp çıktım yokluğun odasına. Kalbim hâlâ bıraktığın yerdeydi. Hâlâ dağınık bir masaya özeniyordu atışları. Bir kalemin ucuyla dokunmak istedim o an yokluğuna. Seni dalmış olduğun rüyalardan uyandırıp, yokluğun avuçlarında seyretmeyi istedim. Şiirlerin ortasında hiç anlamayacağın bir dilde sana seni sunmayı istedim. Acılarımın ortasından geçmiş gözlerini göstermek istedim sana. Kurumuş bir yaprağa özenip yaşlanacak gözbebeklerini. Yaşlandı dilimde kelimeler. Söylendikçe eskiyen bir şarkı gibi eskidi kalp atışlarım. Bir tek yalnızlığım taptaze duruyordu içimde.

Sonra yazdıklarım içinden bir tek cümleyi ithaf ettim sana. Bir cümlelik hatırın için.
”Gidecek olanlar, gidecekleri yere gittikleri yerden bir iz götüreceklerini giderken unutmasınlar…”

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir