
Kaygının geleneğimizdeki adı tasa ya da keder. Kaygı, her zaman bir korkuyu barındırır: “Ne olacak?” Kötü, yıkıcı ve neşeyi giderecek bir korkudur kaygılanmayı tetikleyen. Kaygı, bir daralmayı getirir doğal olarak. Duyulan korkunun büyüklüğü insanın daralmasının da büyüklüğünü belirler. Bazen kaygının sebebi bilinmez. Nedensiz bir korku ve endişeye sebep olur. İnsan tanımlayamasa da bu korkuyu yoğun bir şekilde hisseder. Kaygının oluşmasında bir başka âmil ise belirsizlik ve amaçsızlıktır. Hayatında bir amaç olmayan insanların kaygıya düşmesi son derece normaldir. Kaygı insanın kendi güçsüzlüğünden beslenir. Korkularımızın kaynağını dışarıda aramanın gereksiz ve hatta bir kaçış olduğundan bahsediyorum. İnsanın yarım kalmışlığı, bir türlü bütünlüğe erememesi de kaygıyı oluşturan sebeplerdir. Ama kim bütünlüğe ermiş ki şu hayatta! Hatta hayat serüvenini kişinin bütünlüğe eremediğini anlama süreci olarak ifade edebilirim. Burada yarın korkusunun, kaygının ana sebebi olduğunu ifade etmeliyim. İnsan için bir an sonrası gayptır. Gayb ise karanlık. İşte bu karanlıktan doğar kaygı. Eğer kaygıya karşı bir ilaç varsa bir bahsi diğer olarak bunun tevekkül olduğunu söyleyebilirim.
Kaygı genelde umutsuzluk anlarında kendini gösterir. İstediğimiz bir şeye ulaşamayacağımızı anladığımızda kendimizi kaygı limanında buluruz. Kaygının şiddetine göre limanda bekleme süresi uzar ya da kısalır. Her hâlükârda kaygıda muhatap insanın kendisidir. Çünkü beklentilerimizin olumsuz sonlanacağını anladığımız anda kaygı da kendini gösterir. O halde beklentilerini azaltan kaygılarını da azaltmış demektir ki böyle kişiler hür sıfatını almayı hak eder.
Kaygının, anlamsızlıkla da bir ilişkisi var. Anlamsızlığın olduğu her yerde kaygı da vardır. İnsan çevresinde olup bitenlere anlam veremediğinde ya da kendi ben’inin varlığına dair sorulara cevap bulamadığında kaygıya kapılır. Tamam kaygının insanı hayata bağlayan ve nefes almasını sağlayan bir yönü vardır. Çünkü farkındalık doğurur ama aşırı kaygı da hayatı yaşanmaz kılar. Her varlık, bir soru işareti olarak kendini gösteriyor ve cevaplar da yüzünü saklıyorsa yaşamak iyice zor bir hal alır.
Kaygının hiç mi olumlu bir yönü yok diye soracak olsanız sanırım Heidegger’dan ilhamla “bireyselleşme” derim. Kaygı, insanın kendi içine dönmesine sebebiyet verir. Kendi içine dönen ise zamanla bireyleşir. Böylece kendi imkânları ile ne yapabilirim sorusuna cevap aramaya başlar. Gizli yetilerinin farkına varabilir. Ama burada -ebilmek durumu sözkonusudur. Olmayabilir de yani!
Dervişler ise kaygı şehrine hiç uğramazlar. Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet ettikleri ve varoluş açısından bir anlamsızlık yaşamadıkları için kaygı ile işleri olmaz. Tevekkül ehli oldukları ve nihilistler gibi dünyaya fırlatıldıklarını düşünmedikleri için kaygıya sığınmazlar. Bilakis her an O’nun kendilerini gördüğünün bilincinde olan ve düşen bir yaprağın bile bir izin dâhilinde kendini rüzgâra bıraktığını bilen kişide kaygının olmasını beklemek tam bir gaflettir.
Sözün özü kaygı, insanın kendinden ve beklentilerinden doğan bir ateştir. Ne diyordu Hâfız; “Mecusi bin yıl ateş yaksa / İçine düştüğünde ateş yine onu yakar.” Peki beklenenin gelmeyişi, sevgilinin yüzünü saklaması ve ayrılık? İşte burada kaygı değil bir deprem sözkonusudur. Kaygının hiçbir tonu sevgilinin yokluğunu ifade etmeye yetmez.
Sulhi Ceylan
2 Yorum