Künye: Edebiyat Yazıları I, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1982.
***
“Sanatçı, adeta, bilmediğimiz bir dünyadan, bir kaza sonucu dünyamıza düşmüş bir yaratıktır. Yani fiziötesi yaşantılı bir kazazede…” (sf. 20)
“İşi gücü bu yabancılığı gidermeğe çalışmak olacaktır. Bazılarının sandığı ya da iddia ettiği gibi, o, yabancılaşmamış, yabancılaştırılmamıştır. Düpedüz yabancıdır o… Ona düşen bu yabancılığı ortadan kaldırmak, şu dünyaya alışmaktır. Dünyayı tanımalıdır ilkin. Ona seslenmeli, dost olduğunu söylemelidir. Ama bu kolay iş midir? Ne kadar bu dünya diliyle söylese de, o geldiği ülkenin sesleri ve sözleri araya karışmakta ve dünyalılarda bir kuşku uyandırmaktadır.” (sf. 21)
“Peygamberler de gelmişlerdir; ama onlar “dosdoğru” gelmişlerdir. “gönderilmişler”dir. Gelmenin, gönderilmenin bilincindedirler. Oysa, sanatçı çoğu kez gönderildiğini bile bilmez. Ya da çok sonraları onun farkına varır. Bazen de ta gidinceye kadar bu “geliş”ten haberi olmaz. Ama her zaman içinde bir sezgi, belli belirsiz bir sarsıntı vardır. Kuşku gibi, kaygı gibi. Kimi zaman, bu, tutku şeklinde ortaya çıkar. Halledilecek bir muamma vardır sanki. Kimi zaman çözüm, adeta bir çılgınlık şeklinde belli bir objenin üzerinde aranır.” (sf. 21-22)
“Sanat eseri fizikten bir kurtuluş, fizikötesine bir çıkış noktası ararken ileri atılan bir köprü ucudur. Kimi zaman bu uç muallakta kalır; tutulacağı yeri bekler, ya da kollar gibi. Kimi zaman da tekrar yere düşer ve parça parça olur. Paramparça olur. Tuzla buz olur. Ama bir kere yükseldi o; yere düşse de, o ülkeden izler, yaldızlar taşır. Yerdekilerin yüreğine bir ateş düşürür.” (sf. 23)
“…en büyük esintiyi, metafizik akışı İslam klasiklerinde görürüz. Attar’da, Senai’de, Mevlana’da, Câmi’de, Yunus Emre’de. Onların eserlerinde rahmaniliğin rüzgârları eser. O dünya gelmiş, bu dünyayı da içine almıştır sanki. Adeta, bu dünya, öbür dünyanın yapraklarından bir yapraktır.” (sf. 25)
“Öyle bir dünya doğurmuşlar ki, edebiyat, bu dünyanın içinde soluk alır. Tasavvuf ve musiki, bu dünyaya zaman ve mekân boyutları olur. İslam medeniyetinin ruhudur bu. Bu ruh, damar damar, klasik şairlerimize, divan şiirimize sızmıştır.” (sf. 25)
“Sanatçı, nesneyle hesaplaşan adamdır. Sanatçı, nesneyi yorar. Şu esrarlı yolculukta, nesne Musa, sanatçı Hızır’dır. Nesne süreklice sanatçıya sorular yöneltir. İtiraz eder. Direnir ona; sürekli onu reddeder…
Ama sanatçı sabrı, görünmeden, yavaş yavaş hücrelere işleyen nem gibi, vahşi nesnenin direnişini kıran ilahî armağandır.” (sf. 35)
“Nesneyi, nesnelikten çıkaran sanatçı, bu kez ona yeniden nesnelik onurunu iade edecektir. Rastgele bir ölü yıkayıcısı değildir o. O, onu yıkıyorsa diriltmek istediği içindir. O, iksirle yıkar ölüyü. Ve ölü bu kez yıkayıcısının elinde dirilir.” (sf. 35)
“Şair, halkın içinde parlayan ve doğan yeni bir şair, yeni doğan günün, eşyaya yeni bir ruh haliyle bakışını getirir. O, insana, eşyaya bakışı için yeni bir ışı, bütün iç sıkıntılarını dağıtan yeni bir umut, yeni bir sevinç, her fecre yeni bir horoz, her çiçeğe yeni bir ussare getiren tılsımcıdır.
Toplulukların tam bir depresyona düştüğü, ruhlardan havai fişek hızıyla çıkan melankoli dairesinin tam kapanmak üzere olduğu anda yetişen şairi, insanı hedefine götüren bir ok haline getirir; ileriye, ufuklara çevirir… Dirilişinin harcını yoğurur, kıvamlaştırır.” (sf. 40)
“Şair bir toplum için başlı başına bir devrimdir. Şairden önceki toplulukla şairden sonraki topluluk arasında bir fark vardır. O, sanki araya giren garip ve esrarlı bir unsur olarak, cansız toplumu harekete geçirir, onu diriltir.” (sf. 41)
“Şairler, hep yüce olanı ararken, o âleme yakışan bir ahlakın da peşindedirler. Estetik damgalı ve mühürlü bir ahlakın.” (sf. 45)
“Evet şair, milletinin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir. Şair, milletinin kalbidir. Şiir sanatı kadar, millet sanatı olan bir sanat yoktur. Resim, musiki, mimari ve edebi sanatlardan romanda da milli çizgiler ve karakterler görülür kaçınılmaz bir şekilde. Ama şiirde, milli damga zorunludur.” (sf. 47)
“Şairi olmayan millet, yok demektir. Şairlerini görmeyen millet, kendini görmüyor, şairlerini yaşamayan millet, kendini yaşamıyor demektir.” (sf. 47)
“Şair, yılanın tepesinde gül açtırmak, akrebin ağzında tebessüm vücuda getirmek, deve sırtında dans etmek gibi bir kader cambazlığının adamıdır. O, insanlık trajedyasında, soluk aldıran bir gedik açmak için, kendi trajedisini unutmak zorundadır. Onun trajedisi ki, yaratımın istediği sükûnla kader ve hayatın sunduğu trajiğin çarpışmasından doğar. O, insanlığın çektiğini ve çekmesi gerektiğini çekecek, fakat bu çekilenlerden ötürü ezilmeyecek ve bu çilenin macerasını, bir kutup kâşifi sabrıyla, hatırasını kaydederken gösterdiği sabırla ve ameliyat başındaki doktordan daha sakin ve soğukkanlılıkla yazacaktır.” (sf. 58)
“Günümüzü ve çağımızı, biz şair denen kişiler, öylesine kelimelerimizin örsünde ve deyişlerimizin çekiciyle döğüp yoğurmalıyız ki, saçtığımız kıvılcımlar ve çıkardığımız çınlayışlar, şairin diriliş ve dönüşünün ayak sesleri olsun.” (sf. 67)
“Şair, kafasına üşüşen kelimeleri birlikte çarmıha gere gere ve kendisi de o kelimelerle birlikte çarmıha gerile gerile, doğum acıları içinde kıvrana kıvrana, şiirini biçimlendirir. Şiir ebedi biçimini bulduğu an, oluş bitmiştir, metamorfoz tamamlanmıştır. Arı ve ipek böceği geride kalmıştır. Bal ve ipek hazırdır. Şiir tamdır.” (sf. 80)
Aktaran: A. İsak