Sokak lambalarından sonraydım. Ayaklarım çehresinde dolandığı şehrin tüm varoşlarını çağırarak yürüyordu. Olmalı diyordum ki şehir kendi sarsıntısını saldı üzerime. Ayak seslerim kauçuk tabanlı adidasla yok oldu. Artık sessizliği içebilirsin dedim. Ayağımdan başlıyorum kendimi sömürmeye. Oysa rugan ayakkabılar ya da kösele kunduralar çok sesli bir ölümü dillendirir gibi olurdu gece sokaktan geçince. Ve bu sadece bir “bu” olarak kalmazdı.
365’tim. Her bir rakamım aslında elzem bir güne denk geliyordu ve ben bu günlerin peşinden giderek ırsileşen bir faranjite tutkundum. Çok konuştuğunda acıyan bademcikleri varsa bir insanın, çok konuşmanın ilk ve zor acısını yaşamaya buradan yakalanırdı.
Beni çok pis kandırmışlar. Aslında siyah diye bir şey yokmuş ve ben bunu çok geç öğrendim. Beyaz diye bir rengin olmaması gibi bir durumla karşılaşmış gibiyim yani. Hiyerarşik düzenimi kaybetmiş olmam bu yüzden bir suç nedeni sayılmamalı. Ben ayağımı da önemserim en az başparmağımı önemsediğim kadar.
Safız elhamdülillah. Bizi kandırmışlar, bizi üzmüşler, bizi acıtmışlar, bizi biz olduğumuz için kötülemişler, işlerimizi halletmemişler, fatura ödeme sıralarında sıramızı kapmışlar, bizi lafa tutarak ağzımızdaki baklayı çalmışlar, öfkemizi almışlar, ekmeğimizi çalmışlar, kapımızı tıklatıp tıklatıp zilimizi bozmuşlar, elektriğimizi kesmişler, buz dağının hep görünen yerini göstermişler, siyah diye bir şey var diye diye bizi buna inandırmışlar. Biz kandığımız için bunlara belki de mutluyuz. Ama siyah, neyse sokaktan geçiyordum. Sadece Bu.
Anlamalıydım. İnsan kendi taklidini yapamaz. Yoksa insan bu yüzden çok yanılırdı.