İnan Bana, Dickens’ın Kuzgunu Olmak İstemezsin!

Lisede okuduğum yıllarda en sevdiğim uğraş Necip Fazıl’ın eserlerini okumaktı. Öyle istediğim zaman kitap alamaz, bu yüzden geçici çözümler üretir ve arkadaşlardan ödünç aldığım kitapları okur ama fişleme metodunu henüz bilmediğim için bir kenara not almadan kitapları geri verirdim. Belli bir zaman sonra o eser ya da yazarla ilgili birkaç küçük not gerekirse oturup kara kara düşünürdüm. Bu imkânsızlıkların belki de en büyük artısı, hafızamı kuvvetli bir hale getirmesiydi.

Efendim, ben o yıllarda yani yirmi yıl önce, kendime ait bir yazı masasına sahip değildim. Bu yüzden de bir yazarın yazı masasında neler bulunur sorusunu kendi açımdan net olarak cevaplayamıyorum. Ama maksadım da başka yazarların masalarında ne olduğunu sizlere aktarmak. Benim masa niyetine kullandığım yer minderinin yanında bir demlik çay, elimde ise Necip Fazıl’ın eserleri, önümde de kül tabağı falan olurdu. Bunları neden söylüyorum peki? Sebebi basit aslında: Alexandre Dumas. Evet, sebebi bu adam…

***

Alexandre Dumas denildiğinde insanın aklına “Monte Kristo Kontu, Üç Silahşörler ve Demir Maskeli Adam”gibi klasik olmuş eserler gelir. İyi de 68 yıllık hayatı boyunca yüz bin sayfa yazı yazan bu adam, bunca eseri nasıl kaleme almış? İlk başlarda deli gibi çalışan, işi gücü yazmak olan bir yazar sanıyordum kendisini. Ancak çapkınlıklarıyla meşhur olduğunu öğrenince şaşırmıştım. Bilinen dört çocuğunun dışında, edebiyat tarihi araştırmacıları kendisinin üç çocuğu daha olduğunu kanıtlamışlar. Yani Dumas ile ilgili sadece edebi araştırmalar yapılmamış, bu çapkın yazarın çocukları da araştırılmış. Kırk küsur sevgilisi olan bir adam nasıl olur da bu kadar çok üretken olabilir, doğrusu halen aklım almıyor. Gerçi eserlerini yardımcılarına yazdırdığı ve sonrada üstüne kendi adını yapıştırdığı da söyleniyor. Hatta en meşhur eseri olan Monte Kristo Kontu’nu da yine kendisi yazmamış. Bu kadar hareketli bir hayat, bu kadar üretken olmayı engeller bence. O yüzden Dumas’nın yazı masasından çok, onun adına çalışan yardımcılarının yazı masasını merak etsek belki de doğru sonuca daha çabuk yaklaşırız. Siz ne dersiniz?

Alexandre Dumas

***

İlginç yazı hikâyesi olan bir başka adam da bana göre James Joyce. Takıntılı birisi olduğu herkesçe malum olan Joyce, en bilinen eseri Ulysses’te bir günü tam 800 sayfada anlatır. Ama ilginç olan yazı hikâyesi esasında bu değil, yazma biçimi. Joyce, yazmak için mutlaka yatağına girermiş. Mark Twain ne demişti hatırlıyor musunuz? Güzel bir yatakla bize ölmez eserler verebileceğini söylemişti. Joyce, onun dediğini gerçekleştirmiş bir kişi. Yatağında yüz üstü uzanır, beyaz giysiler giyer ve elinde mavi kalemiyle yazılarını yazarmış. Yazma işini bir ritüele çeviren yazar, bunlardan bir tanesi eksik olursa, yazamazmış. Bir keresinde içinde hiç kelime tekrarı olmayan ve isim tamlaması bulunmayan 500 kelimelik bir cümle de yazmış.

Yazarak yatmak deyince ikinci bir isim daha akla gelir: Truman Capote. Kısa öykü, roman ve kurgusal olmayan yazılarıyla tanınan yazar, bir dönem sinemada oyunculuk da yapmış. En ünlü eseri “Soğukkanlılıkla” olarak bilinir. Yatarak yazan ve çevresinde takıntılarıyla bilinen bu yazarımız, hayatı kendisine çekilmez kılan bir hale dönüştürmüş aslında. Küçük yaşlarda alkolle tanışan yazar yatarken yazmaya başlar ve bu arada da mutlaka bir şeyler içermiş. Eğer gündüz yazıyorsa kahve ve çay, akşamüzeriyse nane çayı, sonrasında da alkol. Bu arada da ağzından sigarayı eksik etmezmiş. Tuhaf takıntıların sahibi olan Capote, uğursuzluk olduğuna inandığı için aynı küllükte üç sigara söndürmezmiş ve bu yüzden devamlı kül tabağının dökülmesi gerekirmiş. İki rahibenin bindiği bir uçağa da binmeyen yazar, Cuma günü ya bir işe başlamazmış ya da başladığı işi o gün bitirmezmiş. Bir tuhaf takıntısı da rakamlar üzerindeymiş. Telefon numaraları da dâhil nerede rakam görse toplar, çıkan sonuç uğursuz olarak gördüğü bir rakamı verirse, o numaraların sahipleriyle bir daha görüşmezmiş.

Dediğim gibi ben, her işin olması gereken yerde yapılması gerektiğine inanırım. İyi yazıyorum diye yatağında yazı yazan, bunu yaparken de bir şeyler yiyip için adamı bizim orada eve almazlar, hasbelkader eve girmişse meşe odunuyla döverler. İnsan yediği yerde yatmaz, yattığı yerde yemez. Yazı masasında uyumak ya da yiyip içmek varken -çok ünlü bir yazar da olsa- bunu yatakta yapmak bana saçma geliyor. Genç yazarlarımız bu isimlerden etkilenip yataklarını küçük esnaf lokantasına çevirmesinler bence.

***

Charles Dickens, yazı masasından ziyade yazı odasıyla ilgimizi çeken bir yazar. Zira odasında bulundurduğu hayvanlar, zaten masasına sığmazdı. İki kuzgun, yedi köpek, bir kedi, bir kanarya, bir midilli sahibi olan Dickens, yazı atölyesini küçük bir çiftliğe çevirmiş. En sevdiği hayvan olan bir kuzgunu öldüğünde hayvanı gömmeye kıyamamış ve içini doldurup, çerçeveletip duvarına asmış.

Bu kadar hayvanın arasında yazı yazma meselesi ise başka bir sorun. Yazarımız bunu nasıl başarmış ben de bilmiyorum ama hayvanları ne kadar çok da sevsem onların evin içinde bir odada olmasını istemem. Her şey olması gereken yerde olmalıdır dedim ya. Bu noktada belki ünlü Rus hikâyeci Anton Çehov bana daha yakın bir isim. Çehov, kuyruksüreni denilen “sıçan ve timsah, kaplan ve maymun karışımı” diye tarif ettiği tuhaf hayvanını bir yıl yanından ayırmamış ama sonrasında götürüp hayvanat bahçesine bağışlamış. Eğer bu bir ilham kaynağı ise Çehov, onu gerektiği kadar kullanmış ve sonra yerine iade etmiş gibi görünüyor. Yine de insan laboratuvar ürünü gibi görünen böyle bir hayvanı neden yanında taşır anlayamıyorum.

***

Romancı, kısa hikâye yazarı ve gazeteci olarak tanıdığımız Ernest Hemingway, çevresinde ölüm tutkusuyla bilinen tuhaf bir adamdı. Bir yerlerde iç savaş, savaş veya ayaklanma çıksa oraya koşup giderdi. Sanırsınız ki yazarken ölümden besleniyor. Avcılığa olan düşkünlüğünün altında belki de bu ölüm tutkusu vardı. İyi bir aşçı da olan yazar avlandığı şeyleri güzel yemeklere dönüştürerek dostlarına müstakil sofralar kurmayı da ihmal etmezmiş. Silahlara ve ölüme olan bu iki tutku birleşince en son av tüfeğiyle kendisini vuran yazarımız, bazı araçları fazla kullanmanın insanı ne hale getireceği konusunda örnek teşkil ediyor sanırım.    

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Yağmur , 24/10/2015

    Tam bir haftasonu klasiği… Tebrikler Davut B.

  • birmektup , 17/10/2015

    İlhamin nereden nasil geleceği belli değil demek ki bakalım bize nereden gelecek :))
    Yine keyifle okuduğumuz bir yazı oldu teşekkürler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir