Şimdi gitmek her zamankinden daha zor.
Vakitlerden gece. Gelip sadrıma oturan bir ağırlığı taşıyamadığım için yazıyorum.
Aslında ne yazmak istediğimi de tam olarak bilmiyorum. Yıllarca bir sır gibi göğsümde taşıdığımı, birkaç cümle, ya da bilemedin birkaç sayfaya sığdırmak imkânsız gibi geliyor bana. Denemeliyim.
Yıllar evvel, dünyanın tarihini hatmederken bir bir; devlet dediğimiz olgunun sürecini kavramaya çalışırken; anlamaya çalışırken isyanları, işgalleri ve ilhakları; üniversite sıralarında memleket meselelerine kafa yorarken; aç kaldığımız ama çaysız kalmadığımız o günlerde, gözleriyle denizleri dalgalandıran, saçlarıyla güneşi kıskandıran bir güzel, yüreğime dokunmayı başarmıştı. Hem de ne dokunma. Gözlerinden bir an için ayrılmak, Yavuz’un çölleri aşmasından daha zor gelirdi. Tarih benim için onunla başlamıştı. Kısacası âşık olmuştum.
O zamanlar, hümanistliğin, feministliğin, anarşistliğin, yeşilciliğin, milliyetçiliğin aşkta gizli olduğunu bilmezdim. Ne zaman ki gözlerinde kara sevdaya mahkûm oldum, o zaman kabardı ideolojik duygularım. Artık düzene başkaldırıyor, doğayı seviyor, kadınlara daha bir hürmet ediyor, insanları daha çok seviyor, börtü böcekle ağaçla kuşla konuşuyor, kültüre daha bir sahip çıkıyordum. Velhasıl anlıyordum sevmenin önemini.
Ancak duyguları tavan yapan bir insan hayatı ıskalamamayı, her lahzayı dolu dolu yaşamayı öğrenebilirdi. Öğreniyordum.
Günler günleri bu marjinallikle kovalarken, hasretin elleri kapımın tokmaklarını vurmaya başladı. Bir bir batırdım Karadeniz’de gemilerimi. Naçardım. Olmaz dediklerim tek tek olmaya başlamıştı. Kader, ağlarını örüyordu. Biçareydim. Günden güne daha çok yalpalar olmuştu ayaklarım. Hasret, vuslata düşmanmış, anlıyordum.
Hayatımın ve hayallerimin merkezine yerleştirdiğim sen, artık yoktun. Yokluğunun ilk günü, bir bıçak yarasının sıcaklığı vardı gönlümde, hiçbir şey hissetmiyordum. Zaman geçtikçe, yara derinleştikçe acımaya başlamıştı canım. Yokluğunun var, varlığının yok olduğu günleri yaşamak hayli zordu. Dedim ya, kader ağlarını örüyordu. Naçar olduğum kadar şaşkındım da. Çölde yolunu kaybetmiş bir bedevi benden çok farklı değildi. Ne tarafa gitsem senden bir parça, ne tarafa dönsem senden bir iz vardı. Nasıl olmasın, doğaya güzelliğini anlatmaya başladığımdan beri, sana benzemeye çalışıyordu doğa.
Duygularım ise karmakarışıktı. Yanlış anlama beni n’olur, seni unutmak ya da senden nefret etmek gibi bir niyetim hiç olmadı. Sadece yokluğunun verdiği uyuşmuşlukla ne hissedeceğimi bilemiyordum. Hoş, bu benim elimde de değildi. Ne de olsa gönül ferman dinlemezdi. Ama çok iyi bildiğim bir şey vardı, o da sana olan hasretimin gün geçtikçe dayanılmaz bir şekilde arttığıydı. Adını, her hücreme eşi benzeri görülmemiş bir hatla yazmıştı gözlerin. En usta hattat bildim gözlerini.
Birde çaydaşlarım vardı. Ahvalimden endişelendikleri için her gün arayan, her gün beni silkeleyip kendime gelmem için öğütler veren, canhıraş suskunluğumu görüp benimle beraber susan çaydaşlarım. Tutup kolumdan, müdavimi olduğumuz, kısa tabureleri olan o oyunsuz ve çok muhabbetli çay ocağına götürürlerdi beni. Bir çayın eşlik ettiği o koyu muhabbetlerimizde, bana ölümden çokça bahsedip, sorumluluklarımı hatırlattılar sürekli. Gözlerin, gözlerin hiç terk etmiyordu gözlerimi.
Ölüm demişken, bir insanı diri diri topluma gömmenin ne demek olduğunu bilir misin? En hamasi nutukların ortasında bir başına kalmanın, sessiz sedasız bir yere diz çökmenin, kimse görmesin diye geceye kadar gözyaşlarını tutmanın, ağlayamamanın ne demek olduğunu bilir misin?
Ey sevgili, sen neyi bilirsin?
Yokluğunun varlığı bunca sarmışken hayatımı, şimdi gitmek daha zor.