İnsan, neden geriye dönüp baktığında kendinin en aydınlık haliyle karşılaşmak istiyor? Neden vaktinden sonra anlaşılıp canını vakitsizce yakmış bir sürü gerçekle yüzleşmek pahasına, bir sabah koşar adımlarla giden kendi parmakuçlarını takip etmek istiyor yine de? Neden bir bahar sabahı o aydınlık bahçede uyanmış çocuk olmak istiyor tekrar, çocuklar büyütecek yaşa gelmişken çoktan? Neden kalkıp hiçbir yere gitmiyor insanın çocukluğu içinden? Gitmiyorsa da neden hiçbir kapı o aydınlık bahçeye açılmıyor artık yeniden?
Soruların ucu cevaplara varmıyor. Yalnız yeni sorular. Bilmeyişler. Lâ havleler. Sorular da büyüyor, saksıda çiçek büyüyor, dalında meyve, bir küçük yavru annesinin yanında… Ben büyüyor muyum? Büyüyorum elbet. Yaşlanıyorum. Meslekte kıdem alıyorum. Bir adamın soyadını alıyorum. Bir çocuğun “anne” deyişini. Yeni yeni sıfatların muhatabı oluyorum. Büyüsün diye çiçekleri de ben suluyorum, sütü mayalıyorum, perdeleri yıkıyorum. Sonra bir akşam öylece otururken koltukta karşımda çocukluğumu buluyorum. Sanki büyüyor muyum diye bakmaya gelmiş. Yüzüm kırışmış mı? Onun istediği kitapları okumuş muyum? Kurduğu hayalleri yaşamış mıyım? Ağlamış mıyım hiç? Sırtım terlemiş mi?
Elim ayağım birbirine dolaşıyor karşılaşınca. İnsan kendi çocukluğunu bir bardak çayla ağırlayamıyor. Mahçup oluyorum. Hazırlıksız yakalanıyorum ne zaman gelse. Özür dilemek istiyorum ondan. Şimdi daha iyi anlıyorum seni demek istiyorum. Çok uğraştım seni mutlu edebilmek için. Çok yoruldum. Sen de oradaydın, ne kadar zor yollardan geçtiğimi gördün. Ne çok düştüğümü, yara izlerimi gördün. Sevinçlerimi sonra. Bazen benimle gurur duydun biliyorum. Memur olduğumda değil üstelik, üniversiteyi kazandığımda değil. Sadece ikimizin bildiği bir küçük anda gururla baktın arkamdan biliyorum. Sanki geldiğim bunca yolda hep bir adım arkamda yürüdün. Ne zaman düşecek olsam, elini sırtıma koyup çiçekleri getirdin aklıma. Köyün sokaklarında yalnız başıma dolaşırken kurduğum hayalleri, kendi kendime gülüşlerimi. Ne zaman insanlardan korksam, o sokaklarda hayal kurarken insanları unutuşumu hatırlattın. Ne zaman yanlış yere baksam, yüksekten düşüp ayağımı burktuğumda acı yerine burnuma gelen toprak kokusunu hatırlattın. Ne zaman fazla cesur olsam korkularımı da getirdin ama önüme. Tellerine çarpan kuşları öldüren elektrik trafolarını. Hoyrat çocukları. Ne zaman seni unutup bu yaşımla mutlu olmak istesem, geldin oturdun karşımdaki koltuğa. Hiç büyümedin. Çocukken çekilmiş tek fotoğrafımdaki yüzümle baktın hep bana. Ama sana baktıkça büyüdü yaşadıkların. Senin için üzüldüm. Senin için sevindim. Seninle gurur duydum. Ama bir çocuk gibi acıdım en çok sana.
Seni elinden tutup o köy evine götürmek istedim. Hani kapısı bahçeye açılan, kapısına annenin tül gerdiği. Hani bir masal diyarına geçer gibi tülün altından geçip, gözlerinin birden aydınlıkla dolduğu sabahlardan birine. Karşıdaki kilisenin tepesine leyleklerin geldiği, gerçekten mor zambakların açtığı günlerden birine. Bir adım arkanda durup kurduğun oyunu izlemek istedim. Daha çok karıştır toprağı demek istedim, daha çok çek havayı içine, gökyüzüne daha çok bak, daha çok söyle o anlamsız şarkıyı. Çünkü ben ilk bu aydınlık sabahı, bu bahçeyi ve bu şarkıyı hatırlayacağım yıllar sonra sana baktığımda. Mutlulukla aynı şarkıyı mırıldanıyorsam, huzurlu bir kadın olarak çocukluğumun elinden tutacağım.
Elif Bayır
1 Yorum