İfşa edebiyat değildir ve şuan edebiyatın ne olduğu umurumda bile değil. Görev bilinciyle başladığım bu yazının nereye varacağı konusunda da en ufak bir fikrim yok. An itibariyle yazıyorum çünkü editörümüz acilen yazı istedi. Böylelikle girizgâh bölümüne başlamanın, sırtlan çenesiyle insanı ısırdığında bilmem kaç groston basan ağırlığından da elli beş cümlelik bir deparla kurtulmuş oluyorum.
İşyerindeyim. Öğle arası… Şehir merkezine epey uzak olduğumuz için esasında psikolojik bir aradan bahsedilebilir. Vatandaş gelirse çalışmaya devam etmek durumundayız. Sabah çıkartması sona erdi… Biraz önce K9 cinsi bir erkek köpeğin cinsiyet algısını sona erdiren resmi belgeyi imzaladım. Arta kalan protein topları kanadı kırık kuzgunun istihkakı…
Hava soğuk. Buz gibi… Mukim bulunduğum prefabrik yapının karşısında takriben 30 m2’lik bir kedi evi var. Evin içinde bir ev daha var ve kediler mütemadiyen içerideki evin çatısına çıkıp kendilerini boşluğa bırakıyorlar. Kediler, dengesiz hayvanlar. Türk olduğunu düşündüğüm tekirler, yeni bırakılan British cinsi kısa tüylere Anadolu irfanını anlatırken çok eğleniyorlar. Masamın pozisyonu icabı kedi evinde yaşanan aksiyonu sadece ben görebiliyorum ve bu durumdan bizarım. Bazen, aslen Ağrılı olan bir Van kedisi memleket hasretine dayanamayarak havada parendeler atabiliyor. Gülmeden edemiyorum. O sırada evrakını düzenlediğim bir vatandaş kendisine güldüğümü sanabiliyor ve durumu açıklamakta zorlanıyorum. Yahut ciddi bir toplantı sırasında kendimi sırıtırken buluyorum. Suç kedilerin…
İki yüz üçüncü kelime, aklı erenlerin bilinç akışı dedikleri yelkenli tekne ve karşımda duran devasa fener alayı tablosu…
Duvarı handiyse kaplamış pütürlü paspartudan Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutlayan vatansever halkımızın marşları duyuluyor. Muhtemelen İzmir Marşını söylüyorlar. Yüzlerce, binlerce meşale… Kalabalığın ortasında al bayrağımız gururla dalgalanıyor. Bilaistisna, Allah’ın günü rot balans ayarımı bozan bir yurttaşla göz göze geliyorum. Tablonun sağ alt köşesinde, tıpa tıp Lenin’e benzeyen yalınayak başıkabak bir herifçioğlu. Adama fena halde ayar oluyorum. Bir yerde apansızın denk gelsek ağzını burnunu dağıtırım. Deklanşöre basan arkadaş makinenin ışığını kumpir gibi parlayan kafasına nasıl tuttuysa, adamın kelle-i şerifi bunca kakofoninin içinde yağlı zemberek gibi sallanıyor. Ne zaman anksiyete nöbetine girsem herifin nur saçan kellesine tutuluyorum. Son derece sinir bozucu bir tipi var. Konudan habersiz gibi, markete tuvalet kâğıdı ve deterjan almaya giderken birden kalabalığın içinde sıkışıp kalmış, fotoğrafçıyla göz göze gelmişler. Umarım bir gün karşıma çıkar ve benden çaldığı bunca kayıp zamanı son kuruşuna kadar ödetirim.
Burada olmayı, arkadaşlarımı, işimi seviyorum. Hayvan barınağında çalışmanın kendi has hususiyetleri var. Çiftçilerle, koyun çobanlarıyla, avcılarla, emeklilerle, iyi niyetli köy sarmaşıklarıyla, ekseriya yalnızlarla ve insandan ümidini kesip hayvanlara bel bağlayanlarla hemhal olmak çok güzel. Menfaati doğuran sebepler, insanî kazanımlarla doğrudan alakalı olmadığı için akıldan ziyade duygu bir adım önde… Seviyorum bunu. Bir hayvan barınağında çapraz ilişkiden söz edemezsiniz. Henüz yavruyken evine alıp yıllarca besleyip büyüttüğü bir kediyi kızının alerjisi sebebiyle size emanet etmek zorunda olan bir babanın, çalışanlara istediği hakareti etme hakkı olduğu varsayımı ile hareket etmesi tüyler ürpertici. Bu içine bir şey karışmayan ürpertiyi de seviyorum. O adam çıplak bence, bu yüzden mazur. Müdanasız konuşmaya hakkı var… Kelli felli adamları gözyaşları içinde evlerine uğurlarken maşeri vicdanın sesini kulak kesilmek, Batı müziğinden anlamayıp Bach dinlemek gibi bir şey. Kamu kurumlarının boğucu hiyerarşisinden, soğuk, itici bürokrasiden uzak kalabiliyor olmanın bedelleri de var. Kan, irin, tüy, idrar, fiziksel mahrumiyetler, muhtelif cerahatler…
Beş yüz beşinci kelimeden sonra toksin atımının ferahlatıcı etkisi kendini göstermeye başladı.
Meseleyi bu aralar okuduğum kitaplara nasıl bağlayacağımı düşünüp yalanı meşru kılan edebi kurgunun kubur deliğini arıyordum ki, bunca kaltabanlıktan sonra yazının yarısına geldiğimi fark ettim. Şimdi, doğrudan konuya girmek daha makul görünüyor. Eserekli ve sıkılgan bir bedene hapsolduğum için beş altı kitabı birden okumaya çalışıyorum.
Sahi, kitap demişken, içimi kemiren bir mesele var…
Beş altı ay oluyor. Bir gün Sulhi abi hiç kafamın basmadığını, hatta İbrahim Orhun kadar bile basmadığını söyleyince şok oldum. O nahif, o nezaket ehli numune insan durduk yere bir eleştiri bombardımanına başladı. Bir an için, içine şeytan kaçtığını düşündüm. Gözü dönmüştü. Eline ne geçerse kafama fırlatıyor, benimse her yanımdan kanlar boşalıyordu. Kaç yaşına geldin, kafanda saç kalmadı, hâlâ kendine bir alan belirleyemedin, daldan dala atlayıp ömrünü heba ediyorsun dedi. Allah Allah! Bu da nesiydi? Çok üzüldüm. Sanki içime bir taş oturdu, göğsüme bir bıçak saplandı. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Uzun uzun konuştu… Biraz sonra asıl darbeyi vurdu, “İbrahim Orhun’a bak, Braudel evsafında tarihçi oldu. Neden? Çünkü adamın bir alanı var. Tarih! Bir meselesi, bir derdi, bir mizanı, bir yol haritası var İbrahim’in. Oturdu, tez yazdı, sistematik şekilde çalıştı. Şimdiyse meyvelerini topluyor. Senin neyin var? Hiçbir şeyin! Sen ağzı iyi laf yapan bir hokkabazsın! Derli toplu bir fikri ikmal edecek zihni sermayeden mahrumsun. Hayatın kolpa üzerine kurulu…”
Aman Tanrım, Sulhi abi neler söylüyordu böyle. Darbımesellerle sivrilttiği zehirli oklarını naçiz vücuduma saplamaya devam etti. “Mesele kelimelere takla attırıp kolay tüketilebilir metinler yazmak değil. Allah vergisi bir muhayyile kuvvetin var diye kendini nimetten sayıyorsun. Aslolan afili yazı yazmak değil, sarih bir lisanla insanların karşısında konuşabiliyor olmak. Yıllarca iyi niyetli okuru kandırdın, hem yazıp çizerken işler kolay. Bilgi çağındayız, kaynaklar önünde… Hamuru dinlendirip pakmayadan adam yapıyorsun. Hadi sıkısıysa hamurdan adamına ruh üflesene! Kendi varlık yorumunu bulduğun bir alanda Google Meet söyleşisi yapabilir misin? Kırk beş dakika boyunca aralıksız konuşabilir misin? Hayır! Yapamazsın. Çünkü bomboş bir insansın! Bak İbrahim Orhun’a, gözlerinden ateş çıkıyor. İbrahim iki elinin işaret ve şehadet parmaklarını gerip birleştirerek on yedi saat boyunca Avrupa-merkezcilik konusunda Google Meet söyleşisi yapabilir.”
Biraz sonra hazret, âdeti olduğu üzere rahmet nazarıyla tecelli etmeye başladı. “Böyle olmaz, sen bu akşama kadar kendine bir alan belirle. Sadece bir alana eğil ve o yönde oku. Kolpayı bırak. İbrahim bile…”
O gün akşama kadar kendime gelemedim. O kadar değersiz hissetmiştim ki, sanat sepet işlerini bırakıp Sulhi abiye küsmeyi düşündüm. Hatta arayıp, ağzıma geleni söyleyecek, onu tümüyle hayatımdan çıkaracaktım. Evet, en makul seçenek buydu. Daha önce yapmıştım, müthiş bir duyguydu. Hayali bile çok güzeldi. Lâkin bu kez de boşluğa düşecek, beleşe getirdiğim manevi terapilerden ve ücretsiz yaşam koçluğundan mahrum kalacak, en nihayet can sıkıntısıyla baş etmek zorunda kalacaktım. Üstelik öfkeme mağlup olacaktım ve yine o kazanacaktı. Hayır, onun kazanmasına asla müsaade edemezdim. Yol boyunca Google Meet söyleşisi yapabileceğim bir uzmanlık alanı düşündüm. Birkaç sene boyunca odama kapanacak, elime geçen tüm metinleri yalayıp yutacak, ben de bir alanda uzman olacaktım. Hitit tarihi, Anadolu-merkezci tarih yazımı, endemik bitki türleri antolojisi, Şili dili ve edebiyatı, Pablo Neruda uzmanlığı, Türk kültüründe kaportacılığın hususiyetleri, tatlı su balıkçılığı ve şuan aklıma gelmeyen milyon tane uzmanlık alanı…
Akşam tekrar konuştuk. Henüz bir alan belirleyemediğimi söyledim. Sulhi abi de ben de bana en uygun alanın ne olduğunu biliyorduk. Bir ara söyleyecek oldu ama meydan bırakmadan çok daha zor bir alan seçerek onu kendi silahıyla vurdum. Zor bir alan seçtiğimi ve sadece Türkçe eserleri okumaya başlarsam ancak on yılın sonunda bu alanda uzmanlık ihdas edebileceğimi söyledi. Biz bu işe baş koyduk, ölmek var dönmek yok dedim. Ben zora, imkânsıza talibim dedim! Saf, iyi niyetli insan… Hemen inandı… Tebrik ve takdir etti. Evet, kazanmıştım. Önümde on yıl vardı. Muhtemelen on yıl içinde ölecekti ve ben galipler cennetinde, nurdan yatağımda kasılıp ab-ı hayat şarabından sarhoş vaziyette yeryüzünü temaşa ediyor olacaktım.
Bin yüz otuzuncu kelimeden sonra seçtiğim alanı söylemem gerekiyor ama söylemeyeceğim. Çünkü kafam kadar kalın olan beşinci kitaptan sonra sıkıldım ve fıtratıma rücu etmek zorunda kaldım. Şimdilerde, arada bir köpüren vicdanın gazını almak adına üç beş sayfa da olsa okumaya gayret ettiğim bir alan olarak zihnin dehlizlerinde sallanmaya devam ediyor.
Bir saat olacak. İşe dönmek zorundayım. Bilinç akışkanlığını kaybetti. Vazifemi yerine getirdim. Mutluyum. Mithat Cemal Kuntay’ın Akif, Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami monografisinden, Kemal Tahir’in Yediçınar Yayalası’ndan ve Celal Fedai’nin Neo-Klasik Poetika’sından bahsedecek gücü kendimde bulamıyorum. Hepsi iyi kitaplar, ilgiliyseniz gözünüzü kırpmadan okuyabilirsiniz. Kediler sakin, Sulhi abi mutsuz. Her şey yolunda. Akşam nasip olurda eve sağ salim varabilirsem, Louis-Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabına kaldığım yerden devam edeceğim.
İbrahim Orhun kesin bu kitabı okumamıştır.
Bahadır Dadak
1 Yorum