Yolculukların altın kuralı vardır: Her vardığımız yerde tekrar yola çıkmak için bulunduğumuzun bilincinde olmak. Sabahın erken saatlerine gözlerimi açtığımda kendimi bu kurala sarılmış vaziyette buldum. Yataktan sessizce doğruldum ve “Beyler! Haydi, gidiyoruz!” nidasıyla bu halimi gizlemeye çalıştım. Bugün Kastamonu üzerinden Sinop’a gitmek için yola çıkacaktık. Sabah sekiz gibi konaktan ayrıldık. İkramlık olarak Safranbolu lokumu ve kolonyalarından almadan ayrılmayacaktık. İlk açık gördüğümüz dükkâna girdik. Çalışan henüz dükkânı yeni açtığını biraz beklersek safranlı kahve ikram edebileceğini söyledi. Kabul ettik. O ara alacağımız ne varsa paketlettik. Safranlı kahve Gaziantep’teki Tahmis Kahvehanesi’nde satılan Osmanlı kahvesine benzeyen bir tada sahip. Bileşiminin büyük oranda aynı olduğunu söylenilebilir. En güzel lokum ise safranlı olan. Diğer çeşitleri bu kadar güzel değil. Bir de safranlı kırmızı elma sirkesi meşhur bu güzide yörenin. Onu da torbamıza kattıktan sonra nihayet yola çıkabildik.
Bir durağımızdan diğerine yol alırken araca bindiğimiz andan itibaren hepimiz sessizleşiriz. Bu bizim gezilerimizin yazılı olmayan kuralıdır. Ortalama 20-30 dakika kimseden çıt çıkmaz. Hiçbir şeyin önüne geçemediği bir sessizlik bu. Bir paragrafta tebellür ettirilmek için kesme işaretleriyle özenle koruma altına alınmış ifadelerin berraklığında. O esnada herkes içindeki seslerin yankılarını dışarıya aksettirmeden dinler. Kendisine döner. Bu durum hakkında hiçbir zaman konuşmadık. Büyüsünün bozulmasından korktuğumuz için hem bu sessiz kalma teamülünü hem de kendi sessizliğimizi korumayı sürdürdük. Kozmik bir gizem oluşuyor o anda. İşitme ve konuşma yetimiz devre dışı kaldığı için görme duyumuz inanılmaz kuvvetleniyor. Bu anlarda gördüklerimiz bilinçaltımızdan hiç silinmiyor. İmgelemimizi işgal eden çirkinliklerden bu anlarda göz bebeklerimizi tahakkümü altına alan güzellikler sayesinde kurtulabiliyoruz.
Kastamonu geçiş şehirlerimizden biriydi. Meşhur kaleye yürüyerek gitmeye karar verdik. Zamanın yaşanmışlığını omuzlarında hisseden evlerin arasından kale kapısına doğru ilerlerken yolumuzu Atabeygazi Camii’ne düşürdük. Caminin sadeliğine şapka çıkarttıktan sonra kuşbakışı olarak şehri izledik. İki tepe arasına kurulmuş şehrin merkezinden geçen Karaçomak Çayı için bu şehrin simgelerinden birisi denilebilir. Yeni yapılan beyaz plaza giderek belirginleşmiş ve şehrin siluetini bozmuş. Üniversitenin kurulmasıyla bayındır hale getirilen yeni yerleşimlerin merkezle uzaktan yakından alakası yok. Şapka devriminin yapıldığı Niğbolu’ya uğramak istedik ama sahil yolunun kötü olduğunu öğrendikten sonra gitmekten vazgeçtik. Oraya ayırdığımız dört saati başka bir yerde kullanmak üzere Taşköprü üzerinden Sinop’a devam etmeye karar verdik. Vardığımızda saat beşe geliyordu.
Sinop, övgüsünü çok kez duyduğum ve bundan dolayı kendisine olan merakımın katlanarak arttığı bir yerdi. Oraya gidince Türkiye’de az rastlanan güzellikte yerler görebileceğimi tahmin ediyordum. Bu tahminimde yanılmadım. Şehir merkezine varmadan yeni yapılan bir tünelin içinden geçtik. Buraya Ahmet Muhip Dıranas’ın ismi verilmişti. Olvido ve Fahriye Abla’nın şairinin ismi bu şehirle bütünleşmiş. Onun isminin verildiği cadde, sokak, otel hatta tünel bile vardı. Rıza Nur ve Diyojen de buralıydı ama Ahmet Muhip Dıranas’ın isminin hepsinden evvel anıldığı etrafı dikkatlice izleyen herkes tarafından fark edilebilirdi. Burada Hamsilos Koyu ve İnceburun Deniz Feneri’ni ziyaret edecektik. Merkezden 15-20 km uzaktan olan bu iki yer bizi kendilerine ayrı ayrı hayran bıraktı. Tanıtımının yapılmamasına en başta üzülsem de sonradan sevindim. Zira talan edilebilme ya da imara açılabilme durumları söz konusu olabilirdi.
Merkezden bu iki yere giden yollardan akşamüstü geçerseniz inek ve manda sürülerinin pervasız ve müdanasız ama aynı zamanda sevimli hallerine şahit olabilirsiniz. Korna çalsanız da aracınızı onlara doğru sürseniz de size yol vermeyebilirler. Mecburen onların geçmelerini beklemek zorunda kalırsınız. Hindistan’a benzer görüntülere ülkemizin kuzeyinde rastlayabileceğimiz hiç aklımıza gelmemişti diyebilirim. Zor da olsa varabildiğimiz ilk ziyaret yerimiz olan Hamsilos Koyu aynı zamanda bir milli park. Bilet alıp giriş yapabiliyorsunuz. Birkaç yüz metre ağaçların arasından yürüdükten sonra denize açılan bir düzlüğe giriyorsunuz. Bu düzlüğe yer yer oturmak için banklar ve kamelyalar kurulmuş. Soldan aşağıya doğru indiğinizde ülkemizde görülmesi bir mucize olan Hamsilos fiyordunu görebilirsiniz. Aşağıda 100 lira karşılığında sizi 30 dakikalık tura çıkaran tekneler mevcut. Hemen anlaşıp dört kişi bir tekne kiraladık. İlk önce mağaraları sırasıyla görüp en son fiyordun karaya doğru kıvrılan iç kısmına gittik. Tekneyi kullanan beyefendi çok misafirperver idi. Ara ara bilgiler verip fotoğraf çekebileceğimizi söyledi. 30 dakikanın nasıl geçtiğini anlamadık.
Tekneden inip hızla araca geçtik. Orada da inekler tarafından çevrilmiştik ama Semih, usta manevralarla bizi kurtardı ve İnceburun’a doğru yol almaya başladık. İnceburun panoramik bir görüntüye sahip. Deniz fenerine doğru inerken solda ufak birkaç çiftlik evi ve insanı kendisine doğru yürümeye çağıran hafif eğimli araziler var. Buraya henüz dokunulmamış olmasına hayret ettim. Herhalde ineklerin fazla oluşundan dolayı insanlar gelmek istememişti! Araçtan inip deniz feneri etrafında dolanmaya başladık. Günbatımına denk gelmek için yaptığımız hesaplar tuttuğu için sevinçliydik zira Türkiye’nin en munis günbatımını izledik. Tabiî fotoğraf da çektik. İskandinav ülkelerinden birinde olduğumuz hissine uyandıran bu diyarı asla unutmayacağım.
Gecenin, gündüzün boynuna sarılıp soluğunu kestiği bir vakitte Sinop merkezine doğru giderken solda güzel bir kumsal görüp seyyar tezgahımızı açıp sohbet etmeye başladık. O ara denizin cazibesine kapılıp kendimi yüzerken buldum. 25-30 metre açılmama rağmen ayaklarım yere değiyordu. 50 metreden sonra 2-2,5 metre derinliğe erişildiğini aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Tek sorun nemli bölgelerin ‘persona non grata’sı yani istenmeyen kişisi olan sivrisineklerdi. Bir saat dayanabildikten sonra kalacağımız yere eşyalarımızı bırakıp sokağa çıktık. Gece saat on civarında sahile vardığımızda başarısız peyzaj düzenlemeleri dikkatimizi çekti. Neredeyse bank koymak dışında hiçbir şey yapılmamıştı. Çok durmadan ara sokaklara girdik. Evlerin ön plana çıkan bir özelliği yok. Mimari zevkten yoksun estetik kaygı güdülmemiş uzun boylu binalarda ilgimizi çeken bir şey göremedik. Sinop’ta en özenilerek yapılan yer Cumhuriyet Caddesi idi. Yerler döşeme taşlardan yapılmış. Esnafa kontrolsüz ve keyfi dükkân cephesi düzenleme fırsatı verilmediğinden olsa gerek cadde boyuna uyumlu bir alan görüntüsü kazandırılmıştı. Tüm bunlardan dolayı çarşı havası biraz olsun korunabilmişti. Uyumak için kiraladığımız pansiyona döndüğümüzde hâlâ Hamsilos Koyu ve İnceburun Deniz Feneri’ni konuşuyorduk.
Muhammed Furkan Kâhya
Bir Katalizör Olarak “Yolçekimi”
Senkretik Bir Belde Yahut Amasra
Yolculuk Frekansı Yahut Gezi Ritmi
1 Yorum