Melenağzı Köyü’nden sonra nihayet Akçakoca’ya vardık. Burası Batı Karadeniz’in simge ilçelerinden birisi. 1999 yılında 81. ilimiz olan Düzce’ye bağlanmadan önce Bolu’ya bağlı imiş. Hâlâ kendisini Bolulu görenler yok değil. Bazı ilçeler bağlı bulundukları illerden daha ön plandadır, daha çok bilinir. Akçakoca da bu ilçelerden biri. Bu yüzden “Plaka 81” denilince akıllara Düzce’den önce Akçakoca gelir. Burası geçiş noktalarımızdan birisiydi. Daha doğrusu yemek molası vermek için burayı seçmiştik. Önce aracımızı park ettik. Hemen piknik tüpümüzü çıkarıp seyyar tezgâh usulü bir şeyler atıştırdık ve ilçeyi keşfe çıktık. Meydandan sahile doğru giden ana yolu takip ettiğinizde iki ya da üç dakika sonra sağınızda Akçakoca Merkez Camii beliriyor. İlk bakışta çizgilerin çok sert doğrultu değiştirdiği geometrik bir mimari yaklaşımı gözünüzü rahatsız edebilir. Beni de rahatsız etti ama içeri girdiğimde fikrim değişti. İçerisi alabildiğine ferah ve genişti. Yerdeki işlemelere turkuaz renginin gözleri dinlendiren bir tonu hâkimdi. Ahşap işçiliği de çok zarifti. Kendi etrafımda bir tur döndükten sonra, dış görünüşün iç görünüşle çok da alakalı olmayabileceğini düşündüm. Kendimden utanıp dışarı çıktım.
Akçakoca Merkez Camii’nden Çuhallı halk plajına doğru giden yolun adı Çınar Caddesi. Tescilli asırlık çınar ağaçları yol boyunca gölgelik görevi görüyor. Orada bulunduğumuz gün çok güneşli, nemli ve bunaltıcıydı. Korona salgınından dolayı fotoğraf çektiğimiz zamanlar dışında maskelerimizi çıkarmadık. Bu yüzden sahilde yürümemize rağmen içimizin serinlediğini tam olarak hissedemedik. Çınar Caddesi’nde bir tur attıktan sonra yöresel ürünlerden tatmak için Tarihi Akçakoca Mahalle Evlerine gittik ama hafta içi yöresel ürün satan dükkânlar kapalı olduğu için bu girişimimiz akim kaldı. Tarihi Mahalle’de mancarlı gözleme yememiz özellikle tavsiye edilmişti. Kısmet değilmiş diyerek direksiyonu kalış noktalarımızdan birisi olan Amasra’ya kırdık. Amasra’yla ilgili beklentilerimiz çok yüksek olduğu için yol aldıkça neşemiz de artıyordu. Emirhan espri makinesi olarak hepimizi güldürmeye çoktan başlamıştı.
Amasra’ya saat 22.00 sularında vardık. Kalacağımız pansiyona eşyalarımızı bırakıp kendimizi dışarı attık. Çarşı’da hediyelik eşya satan dükkânların arasında ufak bir yerde kalacaktık. Hediyelik eşya satan dükkânlar tahtadan yapılmış hiçbiri öbüründen farklı olmayan seri üretim, özensiz işçilik sonucu ortaya çıkmış ürünlerle doluydu. Hiçbir şey almadık. Saat 24.00 gibi Ömer Can ve Semih uyuduktan sonra Emirhan ve ben flanörlüğün hakkını vermeye devam ettik. İlk fark ettiğimiz şey yollardaki asfaltlar sökülmeden üzerine bordür ya da sıcak asfalt döşendiği için evlerin giderek yere gömülüyor olması oldu. Bu durum Amasra’ya has bir durum değil. Tüm Türkiye’de görülebiliyor. Ama Amasra gibi insanı dinginliğe davet eden bir şehrin dokusunun tahrip edilmesi üzücü. Bir adım ötedeki Safranbolu nasıl korunuyorsa burası da korunabilirdi. O gece Kale’de uzun süredir ilk kez sevdiğim bir insanla keyifli bir sohbetin içinde olma hissini tekrar tattım. Tepemizdeki dolunay ve denizdeki silüeti olan yakamoz sakin ama akışındaki konuşmamıza revnaklı bir güzellik kattı.
Amasra, insanları çok sakin bir belde. Topografik olarak eşine az rastlanacak bir güzelliğe sahip. Uzaktan bakıldığında üç tarafı denizle çevrili bir yarımada görüntüsü veriyor. Kalenin girişindeki köprüden Karadeniz açığına doğru baktığınızda ancak kayıklarla gidilebilen yerleşime kapalı ufak bir adacık göze çarpıyor. Burası yüzerek gidilebilecek denli yakın. Kalenin içine girip sağdaki yolu takip ettiğinizde, yol ileride sağa kıvrılıyor ve günbatımı izlemek isteyenler için güzel bir yerle son buluyor. Burada gözleme en meşhur yiyecek denilebilir. Patates, kıyma, peynir, tereyağı ve domates kullanılarak güzel sunumlarla gözleme yiyebiliyorsunuz. Amasra’da çöven ekmeği denilen özel bir ekmek de meşhur. Bu ekmek mısır başta olmak üzere çeşitli tahılların unları bir araya getirilerek yapılıyor. Sert, yoğun ve doyurucu olduğu için beğendim. Sahilde deniz kabukları kullanılarak yapılan süs eşyalarının satıldığı bir ufak alan mevcut.
Amasra’da on beş saatten fazla vakit geçirmemeyi planlamıştık zira bu gezinin merkezi Trabzon olacaktı. Amasra Müzesi saat 10.00’da açılıyordu. Kahvaltıdan hemen sonra oraya geçtik. Müzeye bayıldım. En çok da bahçesine. Tarihi eser niteliği taşıyan taşlar ve çeşitli eşyalar muntazam şekilde bahçeye dizilmişti. Bahçenin peyzajı başarılıydı. Otların gereğinden fazla büyümesine izin verilmediği belliydi. İçerisi çok düzenliydi. Çeşitli uygarlıklara ait çoğu denizle ilgili olan bir sürü eser sergileniyordu. Bilgilendirme tabelaları okunaklı ve ilgi çekiciydi. Zira gözü yormayacak bir ışıklandırma kullanılmıştı. Kolayca belli olacak şekilde tarihi eserlere yakın yerlerde bağışçıların adları yazılmıştı. Bu beldede Türkiye’nin genelinde olduğu gibi her şeyden biraz vardı ama hiçbir şeyden tam olarak yoktu. Tatil beldesi gibi ama aynı zamanda değil. Mümkün mertebe korunmaya çalışılmış ama hoyratça işler de yapılmış. İnsanı çok sakin ama aynı zamanda bir o kadar güler yüzden mahrum. Sabah erken saatlerde kahvaltı yapmak isterseniz muhtemelen açık mekân bulmakta zorlanırsınız. Bu yüzden burada Türkiye standartlarının çok üzerinde keyif ehli insanların yaşadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Muhammed Furkan Kâhya