Yıllar yılı Batı edebiyatı burçlarında dolaştım durdum. Bir Donkişot’tan ne farkım vardı! Her gördüğüme devasa, büyüleyici bir güzellikmiş gibi saldırdım! Bazen Floransa’da ilahi bir komedyanın içinde bazen Paris’te “İnsanlık Komedyası”nın peşinde sefilleri oynadım durdum. İnsan, vatanından uzakta olunca ne kadar zengin olursa olsun fakir sayılırmış, nerden bilebilirdim! Hugo’yla kol kola gezerken Dickens’la karşılaşıyor, bu sefer onun koluna girip tâ Londralara gidiyordum. Hayrandım. Hele “Bahçesaray Çeşmesi”nin suyu sonra Rusçuk Kalesi ve St. Petrsburg! Bütün Batı edebiyatını toplayıp getirdim. Ben ve Rosinante’nin sırtında ne kadar edip varsa (Napolyon’un Mısır’a çıkışı gibi) gelip Rus edebiyatının önünde diz çöktük. Nişan aldık!
İşte böyle böyle yıllarımı heba ettim. Tam bir müptela gibi Batı edebiyatının burçlarında dolaştım durdum. Ne zaman surların dibinde Türk edebiyatına ait bir şeyler görsem veya Batı surlarına tırmanmaya çalışan bir kaçık-kaçkın, başımı geri atıp yüzümü buruşturur ve atımı dehlerdim…
Günlerden bir gün Viyana Kalesi’nin burçlarında dolaşırken kalenin tam karşısında dimdik duran bir adam gördüm. Küçük bir tümseğin üzerinde, siyah bir sancağın altında, göğsünü gere gere bana bakıyordu. Apaçık bir Türk’tü. Yüz vermeyecektim ama kendisine olan güveni onunla ilgilenmeme sebep oldu. İyice baktım; boynundaki künyede “Osmancık” yazıyordu. Bir şeyler hatırlar gibi oldum. Ama adını koyamadım. Merakım arttı. Hemen atımı sürdüm ve kale kapısından fırladım. Fakat o da önümde dörtnala gidiyordu. Epey gittikten sonra bir dağın yamacında durmuştu. Atından indi ve dağı tırmanmaya başladı. Artık, karşı konulmaz bir istekle peşinden sürükleniyordum. Ben yamacı yarılamışken bir mağaradan içeri girdiğini gördüm. Biraz sonra mağaranın ağzındaydım. Korkuyordum. Fakat içeri girdim. O da ne! Şimdi karşımda duran adam, sanki başka birine dönüşmüştü. Yine aynı siyah sancağın altında duruyordu. Kollarını kavuşturmuş bana bakıyordu. “Sen kimsin?” dedim. “Küçük Ağa” dedi.
Bayılmışım. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Uyandığımda Avrupa’yı arkamda bırakmış bir Ahal tekenin sırtında dörtnala Balkan yaylalarından geçiyordum. Tuna’da durdum. Atımı suladım. Sakarya’yı düşündüm, sonra Nil’i, “ardına çil çil kubbeler serpen ordu”yu, “giden şanlı akıncı”yı…
Yâd elleri vatan bellemek ne büyük bahtsızlıkmış. Nasıl da kendi kendimizden nefret etmeyi öğrenmişiz! Kendi özümüze yabancı, ağyara ulanmışız… Farkında olmadan Sen nehrine kapılıp gitmişim. Tâ ki Osmancık’la Küçük Ağa el birliği edip beni kurtardılar. Çok şükür, vatanıma sağ salim döndüm.
Şimdi Türk edebiyatının surlarının dibinde dolaşıp duruyorum. İstiyorum ki bu ulvi ve muhkem kaleye bir taş da ben taşıyayım. Bu aziz surlara sırtında taş taşıyan; Hacı Bayramı Veliler, Süleyman Çelebiler, Eşrefoğlu Rumiler, Bâkiler, Fuzûliler, Şeyh Galibler, Necip Fazıllar, Tarık Buğralar, Sezai Karakoçlar gibi… En azından onlara çırak olmak, pırıl pırıl elbiselerine konmuş tozları silkelemek! Eh buda az bir şey değildir.
Paris’e gelince… Zaman zaman bana soruyorlar “Paris nasıldı?” Bende diyorum ki; Paris’e gittim, Paris evde yoktu, eve döndüm bizim Yunus eşiğe yatmıştı!
Tahir Tarık
1 Yorum