Gençlik ve Edebiyat Hatıraları

Künye: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2021, İstanbul.

***

Önsöz

“Tövbe yâ Rabbi hatâ râhına gittiklerime
Bilüb ettiklerime bilmeyüb ettiklerime”

Hatıralarımın başına geçirdiğim bu beyit yerine aziz dostum Ahmet Haşim’in:

“Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen gölgelenen dünyada”

mısralarını koyabilirdim ama, şu var ki, arkamda bıraktığım uzak geçmişi hayalimde tekrar yaşarken “zevk” diyebileceğim bir şey duymamaktayım. Hattâ, tam tersine, hayıflanmaya, yerinmeye ya da hayal kırıklığına benzer birtakım yürek sıkıntılarına kapılmaktayım. Çünkü, o geçmişte birçok yanlış davranışlar, kaçırılmış fırsatlar, erişilmemiş amaçlar görmekteyim. (Sayfa 11)

Mehmet Rauf

İlk gençlik çağımda, beni en derin bir tesir altında bırakan kitaplardan başlıcası, Edebiyat-ı Cedide romancılarından Mehmet Rauf’un Eylül romanı olmuştur. Bunun sebebi de -şimdi yaptığım ruh tahliline göre- hayalimde yaşadığım büyük aşklardan birinin en tipik örneğini bu romanda buluşumdur. Kaldı ki, Halit Ziya ve Hüseyin Cahit gibi üstadlar Eylül’ü bir şaheser ve yazarını bir dahi olarak ilan etmekte birbirleriyle adeta yarışa girmiş idiler. (Sayfa 13)

Tepebaşı anfitiyatrosunda verilen bir operet matinesinde, tıknaz ve cüce denilecek kadar kısa boylu bir adam gelip bizim önümüzdeki sıraya oturacak; Şahabettin Süleyman da, kulağıma eğilerek: “İşte, Mehmet Rauf bu” diyecekti.

Hangı Mehmet Rauf? Eylül romanını yazan Mehmet Rauf mu? O benim hayalimde, bu romanın kahramanından, Edebiyat-ı Cedide deyimlerine göre, “latif, zarif, müstesna ve mutarra [taze, parlak) Suat Hanım’ın âşıkı ince duygulu Necip’ten başka biri değildi ve o Necip’in Suat Hanım gibi iffetli, temkinli bir genç kadının gönlünü çelebilmesi için, ruhi asaleti kadar birtakım bedeni meziyetlere de sahip olması lazım gelirdi. Oysa, önümüzde oturan adamda bu meziyetleri boş yere arıyor ve ona arkadan, enseden, yandan her bakışımda, hayalimdeki Mehmet Rauf’tan uzaklaştıkça uzaklaşıyordum. (Sayfa 16)

Zambak romanını okuyan zengince bir aile kızı, Mehmet Rauf’a mektupla evlenme teklifinde bulunmuş. O da kalkıp hemen İzmir’e gelmiş, şimdi baş üstünde tutulan bir içgüveysi olarak rahat bir ömür sürmekte imiş. (Sayfa 20)

Fakat, Ankara’da kendisinden aldığım iki mektup, bana, denize düşmüş bir kimsenin imdat işaretleri gibi görünmüştü. Aynı mektupları Falih Rıfkı ile Ruşen Eşref’e de yazdığını sanıyorum. Zira, hükümetten dilediği yardımı rica etmek için İsmet Paşa’nın yanına girdiğim zaman bu iki arkadaşımın aynı maksatla orada bulunduklarını görmüştüm. İsmet Paşa vaktiyle Mehmet Rauf’un Eylül’ünü okuyup pek beğendiğini söylemiş ve bu sözüne “O, Zambak diye bir fena eser de yazdı ama, Eylül bu günahının kefaretidir” mütalaasını ekleyerek Mehmet Rauf’a son günlerini nisbi bir rahat içinde geçirebilmek çaresini sağlamıştı. (Sayfa 21)

Şehabettin Süleyman

Faik Ali Bey, aramıza, kuracağımız derneğin geçici başkanı ve isim babası sıfatıyla katılmıştır. Nitekim, onun başkanlığı altında geçen bir takım görüşmelerden ve ileri sürülen tekliflerden sonra, “Fecr-i Âti adını bize o takacaktı. Lakin işimiz bununla bitmiyordu. Bir de edebiyat alanında açmak iddiasında olduğumuz çığırı belirtecek bir döviz, bir formül bulmamız lazım geliyordu. Hatırladığıma göre, onu da Şehabettin Süleyman bulmuştu: “Sanat şahsi ve muhteremdir.” (Sayfa 32)

Refik Halit

Celâl Sahir uzun saçlarıyla benim için Mavi ve Siyah’taki Ahmet Cemil’in tâ kendisiydi. Refik Halit’in ise, uzaktan uzağa Aşk-ı Memnu’daki hoppa ve züppe Behlûl’u andırır halleri vardı. Ben ki, yaşıma nispetle fazla ağırbaşlı, fazla içime kapanıktım; nasıl olmuş da Fecr-i Âti’nin ilk toplantısında böyle bir gencin (Refik Halit’in) yanına gidip oturmuş ve onunla sanki eskiden beni tanıdığın bir kimseymiş, sanki bir çocukluk arkadaşımmış gibi hoşbeş etmeye başlamıştım? (Sayfa 48)

Bir akciğer veremi beni yatağa sermişti ve bunun üzerine başta Ziya Gökalp ile diğer bazı nüfuzlu tanıdıklarım beni İsviçre’de tedaviye göndermek dostluğunda bulundular. Orada üç yıl, bir sanatoryumda kaldım ve mütareke devrinde şöyle böyle iyileşmiş olarak, İstanbul’a döndümdü.

Ama bu ne dönüştü, vatana bu ne dönüştü ya Rabbim! Her nereye dönüp baksam ya İngiliz, ya Fransız, ya İtalyan subayları. Biz vapurdan çıkarken pasaportlarımızı gözden geçiren onlar, rıhtım boyunda, caddelerde kamçı sallayarak çalımlı çalımlı dolaşan onlar ve polis onlardan, trafik memurları onlardandı. Hele yanlarından bir feslinin ya da caddeden fesli bir şoförün idaresinde feslilerin bindiği bir otomobilin geçtiğini görmesinler, hemen kaşları çatılıyor, çeneleri kenetleşiyor ve bir bahane bulup hemen insana çatıyorlardı.

İstanbul, gözümde birdenbire bir mahşer, bir cehennem kesilmişti. Nereye gidecektim, ne yapacaktım, neyle teselli bulur ve kiminle dertleşebilirdim? (Sayfa 67)

Zira onun kanaatine göre, bu savaş gerçek bir kurtuluş savaşı değil, ittihatçılar tarafından, tekrar iktidara gelmek için, yapılan bir kardeş kavgası, bir kardeş boğazlaşması idi. Ve Refik Halit bu görüşünün doğruluğunu şöyle bir belge ile ispat ettiğini sanıyordu: Galip devletler isteseler bu çılgınca hareketi birkaç gün içinde durdurabilirlerdi. Fakat istemiyorlar, Türk milletinin kendi kendini yiyip bitirmesini işlerine daha uygun buluyorlar! (Sayfa 70)

Kendisinden on sekiz yaş küçük bir genç kız, Refik Halit’in yaralı kalbini tedavi etmesini ve ona başlangıçta bir Romeo-Juliette, sonucunda bir Don Juan masalının tadını tattırmasını bilecekti. Zira, Refik Halit, önce gizli gizli seviştiği küçük hanımı -babasının evlenme izni vermemesi üzerine- bizim Anadolu delikanlıları gibi kaçırarak alacaktı.

Lâkin, bütün bu talih oyunlarına rağmen Refik Halit’in bu yirmi yıllık sürgün hayatına ben yine düpedüz bir macera gözüyle bakamıyorum. Zira, oradayken yazdığı yazılarının birinde, o her şeyi alayı alan, o sinirleri çelikten adamın ikide bir Türkiye sınırlarına yaklaşıp sınır karakollarımız üstünde dalgalanan bayrağımıza yaşlı gözlerle nasıl baktığını okumuş bulunuyorum.

Bence, Refik Halit’in affı kararı üzerinde bu içli yazılarının tesiri büyük olmuştur. Atatürk’ün bunları okuyup duygulandığını yakından biliyorum. Fakat, birkaç zamandır gönlünde beslemekte olduğu bu af arzusunun nihayet kanuni bir şekilde uygulanmasına yol açan yazı -buna bir eser de diyebiliriz- öyle sanıyorum ki, Refik Halit’in “Deli” adlı küçük bir komedya kitabıdır. (Sayfa 71)

Bir akşam, Atatürk, sofraya oturduğumuz sırada “Çocuklar” demişti, “Size bu akşam tadına doyum olmaz bir ziyafet-i edebiye çekeceğim” ve elinde tuttuğu cep dergisi kıtasında bir kitabı göstererek: “Bu” diye ilave etmişti, “Refik Halit’in, yirmi yıllık bir akıl hastasının, şuuru yerine gelip kendini baştan başa değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini gösteren bir tiyatro piyesidir” ve gözlüğünü takarak bizzat kendisi okumağa başlamıştır. (Sayfa 72)

Ahmet Haşim

Göl Saatleri şairi şimdi hayatta olsaydı, bu hatıralarımda kendisini hemen Şehabettin Süleyman’dan sonra anışıma, kimbilir, ne kadar kızardı. Zira, bu titiz sanatkârın Çıkmaz Sokak yazarına hiçbir değer vermediğini, hatta yazılarından tek bir satır bile okumamakla öğündüğünü pek iyi hatırlamaktayım. Zaten, Ahmet Haşim’in Fecr-i Âti arkadaşları arasında kimi beğendiği vardı ki… O, yazdığı şiirler bakımından değilse bile, kafası, yüzü, giyinişi, tavır ve hareketleri bakımından kendisini de beğenmezdi ve bundan dolayıdır ki, uzun bir süre bize görünmekten kaçınmış, Fecr-i Âti’nin semtine dahi uğramak istememiştir. Oysa, başta reisimiz Hamdullah Suphi olmak üzere Fecr-i Âti üyelerinin çoğu Galatasaray Sultanisi’nden onun mektep arkadaşları idi. (Sayfa 78)

Ahmet Haşim, yalnız arkadaşlarıyla, dostlarıyla münasebetlerinde mi böyle idi? Heyhat, onun gönül bağlılıkları da hep bu ittirâtsızlık (düzensizlik) içinde düğümlenip çözülür, çözülüp düğümlenirdi. Kaç defa, sevdiği bir kızla hemen evlenmek üzere iken irkilerek geri basmış, hem de birkaç gün önce yanıp tutuştuğu o kızı

“Terk etti mi Leylâsını Mecnun”

mısraındaki hüznün bir zerresini duymaksızın kalbinden söküp atmıştır. Neden? Çünkü, ya onun bir sözünden alınmış, ya da kaynanası olacak kadının bir tavrını, bir hareketini bayağı bulmuştur ve böylece, bütün ömrü hep yarım kalmış şakalar ve sonu gelmeyen evlenme teşebbüsleri içinde geçmiştir. (Sayfa 82)

Fakat, Haşim, şiir sanatını böylesine bir inceliğe eriştirmiş olmanın gururunu duymuş mudur? Pek zannetmiyorum. O bütün soylu ve samimi sanatkârlar gibi, ömrünün sonuna kadar, kendine amaç edindiği bir kusursuz ve eksiksiz güzellik yaratabilme çabaları içinde didinmiştir. Şu da var ki, Haşim, şiirlerinin değeri hakkında kendisinin beslediği kanaatten ziyade başkalarının verdiği hükümlerin tesiri altında kalırdı. Bu hükümler ise çok defa yersiz ve insafsızdı. Hele, büyük bir şiir ustası olan Yahya Kemal’in bir gün gelip onun şairliğinden bile şüpheli görünüşü ve “Ahmet Haşim, nesir yazsa daha iyi bir şey yapmış olur” deyişi bu insafsızlığın en sert örneklerinden biri teşkil etmişti. (Sayfa 97)

Mütarekede hemen hemen bir lokma ekmeğe muhtaç halde sivil hayata döndüğü vakit başvurduğu bütün kapıların yüzüne kapandığını görünce ve şuradan buradan “Senin Türkiye’de işin ne? Bağdat’a gitsene!” gibi laflar kulağına gelmeye başlayınca, Haşim, yüreğini kemiren bu kurdu şu sözüyle dışarıya atacaktı: “Öyle ya;” diyecekti, “harp olur, Ahmet Haşim vatan müdafaasına çağırılır, sulh olur, vatan’dan kovulmak istenir.” Fakat, buna rağmen o büyük Türk şairi, her cevre katlanarak, kültürüyle, kalbiyle bağlı olduğu bu vatandan ayrılmayacak ve -bunu belki kimse bilmiyordur- Irak hükümeti tarafından kendisine vaadedilen bütün refah imkânlarını iterek bir küçük iaşe memurluğunun daracık geçim şartları içinde İstanbul’da yaşamayı gönlünün meyillerine daha uygun bulacaktı. (Sayfa 100)

Yahya Kemal

Fakat, itiraf ederim ki, Yahya Kemal, biraz sonra, bulunduğumuz odadan içeriye girdiği vakit kendisinde, Şefik Esat’ın bana bildirmek istediği vasıfları uzun bir süre boş yere arayacaktım. Tombul vücudu, güzel, ama çizgileri kalın başı ve tutuk, donuk haliyle, Paris’ten, Quartier Latin’den değil, Osmanlı ülkesinin uzak vilayetlerinin birinden gelmiş herhangi bir taşralı genci andırıyordu. Dilinde de hafif bir Rumeli şivesi vardı. Bütün bu görünürdeki özellikleriyle bir de söze İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilâf dedikodularından başlamasın mı? (Sayfa 114)

Fakat, o gecenin üstünden çok zaman geçmeyecekti ki, başka bir akşam bazı edebiyat meraklısı hanımların da bulunduğu bir mecliste, herkesin rica ve ısrarı üzerine, Yahya Kemal ayağa kalkacak ve kendine mahsus bir inşat tarzıyla Hugo’dan, Baudelaire’den, Verlaine’den, Hérédia’dan ve bunlar arasında bizim eski ve yeni şairlerimizden okuduğu şiirler coşkun bir ahenk selinin dalgaları halinde ruhumuzu taşırmaya başlayacaktı.

Yahya Kemal bu şiirleri hiç şaşırmadan, hiç yanılmadan ve her kelimenin fonetiğini, her mısraın ritmini ifade ettikleri hisse göre değerlendiren bir sesle ezbere söylüyordu. Öyle ki, çoğunun eserlerini nice defalar okumuş bulunduğumuz adı geçen şairlerin ne demek istediklerini tamam mânasıyla, ancak bu inşat sanatı sayesinde anlamış oluyorduk. Hele, mektep kitaplarımızla birlikte kapayıp bir kenara attığımız Bâki gibi, Nedim gibi Divan edebiyatı şairlerimizi, birinin Kanuni Süleyman’a  mersiyesini, öbürünün Sâdâbad şarkılarını okumak suretiyle bize o akşam ilk defa Yahya Kemal tanıtmıştı diyebilirim ve itiraf ederim ki, bundan sonra, Paris arkadaşları tarafından ona verilen “edebiyat üstadı” payesini hiç de fazla görmemişimdir. (Sayfa 117)

Yahya Kemal Türk edebiyatında, Türk şiirinde yepyeni bir çığır açmak amacında idi ve bu amacı ancak geniş, zengin bir edebi kültürle varılabileceğini düşünüyordu. Buna göre, her sanat dalında olduğu gibi şiirde de yalnız “talent”, yani kabiliyet ve istidadının kâfi gelmeyeceğini bilmek gerekirdi. Nasıl ki, resmin, heykeltıraşlığın ve müziğin kendilerine mahsus bir tekniği varsa şiirin de böyle bir tekniği vardır. Bu bakımdan, Yahya Kemal, şairin yaratma gücünde “sünûhat” veya “ilham” adı verilen içe doğuşların başları başlıca rolü oynadığına inanmıyordu. “Her büyük sanat eseri mutlaka çetin bir zekâ çabasının mahsulüdür” diyordu…

Yahya Kemal açmak istediği yeni çığıra Divan edebiyatında kaynaklar arıyordu. Nedim tarzında şeyler yazdığı için kendisine “Harabat şairi” diye sataşan Ziya Gökalp’e verdiği şu cevap bu görüşümde hiç yanılmadığımı ispat eder:

“Ne Harabi, ne Harabatiyim
Kökü mâzide olan âtiyim” (Sayfa 121)

Oysa, Yahya Kemal asıl bu devre, yani Divan edebiyatı devrine önem vermekteydi. Çünkü onlar Divan edebiyatı -sevsek de sevmesek de- bizim klasik edebiyatımızdı ve her klasik gibi özünü muayyen bir kültürden almıştı. Ondan sonraki edebi cereyanların ise hangi kültüre dayandığı belli değildi ve bundan dolayı özleri de Yahya Kemal’e bulanık görünüyordu. Abdülhak Hâmid, sözde, Garp anlamına göre bir takım dramlar, tragedialar yazmıştı. Sözde, Tevfik Fikret bazı on dokuzuncu asır Fransız şairlerinin izleri üstünde yürümeye çalışmıştı. Şimdi de bir sembolizm lakırdısı alıp yürümektedir. Fakat, bütün bunlar Yahya Kemal nazarında birer yeltenmedir.

Şu halde de yapılmalıydı? Hayatta olduğu gibi edebiyatta da Garplılaşma yolunda atılan adımları geri basıp Divan edebiyatına mı dönmeliydi? Hayır, ömrünün on yılının Paris’te ve Paris’in Quartier Latin adını taşıyan bir kültür merkezinde geçirmiş olan o genç Türk şairinden böyle bir şey beklenemezdi. Kaldı ki, o kendisini ve Türk milletini ne Asyalı, ne de Şarkılı telakki ediyordu. “Biz, Akdenizliyiz” diyordu. (Sayfa 122)

Bir gün, bu havanın baskısına dayanamayan arkadaşlarımız birer birer memleketi terk edip gitmek zorunda kalacak Yahya Kemal’le ben sudan çıkmış balığa dönecek ve Kızıltoprak’ta annemle birlikte oturduğum daracık bir eve çekilip sığacaktık. Bu, etrafı tahta parmaklıklarla çevrili bakımsız bir bahçe ortasında, pencereleri kafesle örtülü küçücük bir evdi ve Yahya Kemal’i ancak bunun salon diye kullandığımız bir odasına yerleştirebilmiştik. Yerleştirmek derken bir mübalağaya düştüğümü hissediyorum. Zira, bu oda gündüzleri yine bir salon vazifesini görür ve geceleri yere bir döşek serilmek suretiyle yatak odası haline çevrilirdi. Anneme bir misafir gelince de Yahya Kemal pılısını pırtısını toplayıp yukarı kattaki sofaya taşınırdı. Bereket versin ki küçücük bir valizden başka eşyası yoktu. (Sayfa 134)

İtiraf ederim ki, ben, bu bunaltıcı duruma pek fazla katlanamamışımdır. Ara sıra, zavallı Yahya Kemal’i yalnız başına evde bırakıp soluğu, çoktandır semtine uğrayamadığım Çamlıca Bektaşi Tekesi’nde almaya başlamışımdır. Gerçi, beni, dert ortağıma karşı böyle bir vefasızlığa sevk eden bir takım zorlayıcı ve sürükleyici sebepler de yok değildi. Birkaç zamandır, bu tarikat arkadaşlarımdan hatırlarını kıramayacağım bazı hanımlar kâh faytonları, kâh uzun arabalarıyla beni almağa gelmekte idiler. (Sayfa 135)

Yahya Kemal için, her şey son bulmuş olmayacaktı. O da nice Âyini Cem’lere, hatta bensiz bile katılmakta devam edecekti. Çünkü, kendisine en yanık aşk şiirlerini, ilham eden kadına ilk defa bu tekkede rast gelecekti. O kadın… Evet, Yahya Kemal’i hayatının büyük aşk macerasına sürükleyen ve yıllarca türlü ruh krizleri, kıskançlık kuruntuları içinde kıvrandıran… kadın… (Sayfa 140)

Süleyman Nazif

Bu sırada, nasıl oldu bilmiyorum, Şehabettin Süleyman, bir Namık Kemal bahsidir açıvermişti. Sanırım, “Ne yazık, Namık Kemal, yolunda o kadar mücadele ettiği Hürriyet ve Meşrutiyet devrine erişemedi” demek istemişti. Bunun üzerine, Süleyman Nazif’in, o insanı ısıracakmış gibi dışarıya fırlak dişleriyle gülümseyerek şöyle söylediğini hatırlıyorum: “İyi ki erişemedi. Aksi takdirde, Abdülhamid’e takdim ettiği arizaların meydana çıkarılışı karşısında çok müşkül bir vaziyete düşerdi” ve bu sözlerine şunu da ilave etmişti: “Hem, merhum Kemal Bey pek de şuurlu bir Meşrutiyet tarafları değildi. Mithat Paşa’ya yazdığı bir mektubu bugün oğlu Ali Haydar Bey’in elindeki tarihi vesaik arasındadır. Merhum bu mektubunda der ki: Eğer, Meşrutiyet dediğiniz idare şekli zerretüma şeriata mugayir ise ben bu davaya katiyen iştirak edemem. “Şahabettin Süleyman’la ben dona kalmıştık. Hele Şahabettin adeta aptallaşmıştı. Üstaddan ayrılıp eve dönerken yolda ikide bir, şöyle söyleniyordu: “Sanki vücudumdan bir parça kopmuş gibi geliyor bana!” (Sayfa 174)

Edebiyatçı yerine “edip” sözünü onun ruhuna azap vermemek için kullanıyorum: Süleyman Nazif  “ci” edebiyatını hiç sevmezdi. Biz kendimize “Türkçü” dediğimiz vakit “Bir kunduracı aynı zamanda kundura olamayacağı gibi, bir Türk de hem Türk hem de Türkçü olmaz” diye kükrerdi. (Sayfa 175)

Günlük gazete yazılarımın birinde, bilmem kimden bahsederken, bilmem neden dolayı “vazifesini yaptı” diye bir tabir kullandığım için başka bir gazetede beni bir ortaokul öğrencisi gibi paylamış ve “Şu ‘yapmak’ fiili çıkalı birçok şeyler yıkıldı” diye kükremişti.

İtiraf ederim ki, o günden beri, ben hâlâ ‘yapmak’ fiilini kullanırken tereddütten tereddüte düşerim; hele Türkçede “vazife görmek, vazifesini yerine getirmek” gibi söz şekilleri varken ‘vazifesini yapmak’ demekten ürkerim ve günlük gazetelerin 36 puntoluk manşetlerinde sık sık gözüme çarpan “konuşma yaptı, açıklama yaptı” gibi laflar karşısında üstadın hayalini diken diken sakalı ve sivri sivri dişleriyle üstüme saldırır hissederek irkilir kalırım.

Süleyman Nazif, iyi ki, vaktinde öldü. Yoksa elinden ve dilinden çekmeyeceğimiz kalmayacaktı. Yoksa aklını oynatıp bizi boğmaya kalkışacaktı. Hayır, belki de, Türkçeyi yeni öğrenmeye başlamış bir ecnebiyi taklit ettiğimizi sanarak kahkahalarla gülecekti. Ya da bize şöyle sataşacaktı: “Madem ki ‘konuştu’ yerine ‘konuşma yaptı’ diyorsunuz, neden ‘geldi’ yerine ‘gelme yaptı’, ‘gitti’ yerine ‘gitme yaptı’ demiyorsunuz? ” (Sayfa 185)

Abdülhak Hâmid

Abdülhak Hâmid altmış yaşını aşmış olarak İstanbul’a dönünce bekliyorduk ki, ya gidip çocukluk çağının tatlı hatıralarıyla dolu Boğaziçi’nde bir yalıya ya da ilk ilham kaynağı olan Çamlıca’da bir köşke yerleşecektir. Oysa Hâmid bunun tam tersini yapmış, uzun bir süre Beyoğlu’nda Tokatlayın Oteli’nde kalmıştı. Kendisine İstanbul’un hoş ve “âsûde” bir semtinde oturmayı tavsiye edenlere de şu cevabı veriyordu: Ben sessiz, ıssız yerleri hiç sevmem. Burada büyük bir şehrin gürültüleri var diye oturuyorum. Abdülhak Hamid’in Beyoğlu’nda yaşamayı tercih edşinin sebeplerinden biri belki de sefahate düşkünlüğü ve gece hayatına alışkanlığı idi. (Sayfa 196)

Hattâ, bugün çoğumuz hâlâ Garplı kalıbı içinde birtakım Şarklılar değil miyiz? İç yüzümüz dış yüzümüzle hâlâ bir sürü tezatlarla çelişip durmuyor mu?  (Sayfa 210)

Tevfik Fikret

Bütün bu sözlerinden anlıyorum ki, Tevfik Fikret’te İttihatçılık düşmanlığı her duygunun, her düşüncenin, her kaygının üstünde yer tutuyordu. (Sayfa 328)

Abdülhak Şinasi Hisar

Abdülhak Şinasi, yaşayışına yön veren bütün gelenekler ve görgüler gibi bu edebiyat aşkını da ailesinden almıştı sanırım. Zira ona Abdülhak Şinasi adını koyan babası bir yandan Abdulhak Hâmid’e, öbür yandan Şinasi’ye hürmetini göstermiş ve oğlunun bu iki büyük edebiyat adamına benzemesini dilemiştir. (Sayfa 242)

Abdülhak Şinasi, sesi titreyerek: “Ben sebep oldum kadıncağızın ölümüne…” diye sızlanıyordu. “Ne bileyim, öteden beri canı bir şeye sıkıldı mı, ‘kendimi denize atacağım’ der dururdu. Bir gün, yine aynı sözü tekrar edince kendimi tutamadım. ‘A kalfa hanım, hep böyle söylersiniz ama, bir defa olsun bunu yapmağa kalkıştığınızı görmedim.’ Bu sözüm üzerinden yarım saat ya geçti ya geçmedi, kalfa hanım kendini yalının alt kat pencerelerinin birinden denize atmış, boğulup gitmişti. Ne büyük bir vicdan azabı içindeyim bilemezsiniz.” (Sayfa 247)

Halide Edip Adıvar

O vakte kadar bizde kadınlar ne babalarının, ne kocalarının adını alırlardı. Eski devrin üç ünlü şair kadını Mihrünnisâ, Leylâ ve Nigâr Hanımlar arasında yalnız bu sonuncusu kendi adına bir “Binti Osman”  -yani Osman’ın kızı- eklemekle yetinirdi. Bu da doğrudan doğruya bir erkek adı takınmak sayılamazdı. Cevlet Paşa’nın kızı, tanınmış romancılarımızdan Fatma Âliye Hanım ise bu kadarına da cesaret edememiş, Meşrutiyet’ten sonra yazdığı eserlerini dahi hep Fatma Âli’ye diye imzalamıştı. Şu halde, kimdi bu kadın yazar ki, biz de ilk defa olarak bu geleneği kırmış ve “Halide” adının sonuna bir “Salih” eklemek yeniliğini göstermişti? (Sayfa 256)

 

Aktaran: Tahir Tarık Balıkçı

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir