Uzağın Çağrısı

O gece ne mi oldu? Aslına bakarsan o gece ne olduğunu ben de çözmüş değilim. Sade bir karmaşıklıktı önümdeki. Rüya olmadığı ortada… Yakaza halinde ruhuma ilişen bir kandırmaca yaşamadığımdan da eminim. Nasıl eminsin diye sormayın, insan kendini bilmez mi canım? Ne uyku ne yakaza, başka bir şeydi bu. Ne peki diye soruyor, olanları merak ediyorsan eğer, dinle lütfen, anlatayım. Yaşadıklarıma bir isim koymak korkarım sana kalacak.

Çocuklar uyuduktan sonra salona geçip kitap okudum. Cümleler pırıl pırıldı ve sayfalar tiril tiril aktı gitti. Derken yorulduğumu hissettim. Vakit de iyiden iyiye ilerlemişti. Son bir hamleyle geri kalan birkaç sayfayı da devirip bitirdim. Bu hafta bitirdiğim üçüncü eserdi bu, tamamlanmıştım. Kitabı alıp kütüphanedeki okunmuşların arasına yerleştirdim. Sırasını bekleyenler rafından bir kitap seçerek yatak odasına geçtim. Pijamalarımı giyip yorganıma sarıldım. Pijamalarımı giydiğimi söylememin gereksiz olduğunu düşünebilirsin. Benim için önemliydi.

İçeride ve dışarıda yorgun bir günün bilindik uysallığı vardı; yıldızlar mıhlanmış, ağaçlar donuk, düşler tutarsız… Bir ara, bir köpek sürüsünün hırlaşmaları duyuldu. Bağırtıları giderek uzadı ve uzaklaştı. Çiseleyen yağmurun camımı döven pıtırtılarını, alelacele yaptığım bir ritimle karşıladım. Pıtırtılar çok geçmeden, şehrin dinginliğinden, karanlığın sızlayarak esriyip kaybolan halinden hoşnutmuş gibi, kesilip gitti. Olanlardan tahmin ettiğin kadar razı değildim. Çünkü sessizliği takip eden içimdeki uğultu gitgide boy veriyor, muhakememi yararak iriliyordu. Aniden “en kısa sürede uyuma rekoru kırmak” gibi gayet saçma fakat bir o kadar da hazzını unuttuğum bir işe koyulmak istedim. Komikti evet, kimilerine göre ise şizofrenik… Dudağımda garip bir gülümsemeyle yatağıma iyice yerleştim. Kaslarımı gevşettim önce, bacaklarımı ve kollarımı yelpaze gibi açtım. Kafamda hiç bir korsan düşünceye, uyandırılmaya namzet en ufak vesveseye yer bırakmadım; iş-güç, ödemeler-faturalar, politik restleşmeler ve onlarcası bir kalemde silinip atılmıştı hülyamdan. Her yanım donuk, altı yanım huzur. Gizliden gizliye bir ağırlık çöktü durdu üzerimde. Şimdi uykunun “geliyorum” diyen müşfik fısıltısını işitiyor, pamuk yüklü bir döşeğin kucağında anne ninnisi dinleyen bebeler gibi süzülüp uçuyordum.

Derken dışarıdan bir gürültü duyuldu. Çok şiddetliydi. Sıçradım. Bomba desen değil, trafik kazası desen hiç değil. Sanki bir ağırlık, yüksekçe bir noktadan boşluğa, zerrece mukavemette bulunmadan bodoslama çakılmıştı. Doğru duyup duymadığımdan emin olamadım önce. Tekrarlanır mı düşüncesiyle kulak kabarttım. Tekrarlanmadığı gibi daha kederlisi gerçekleşti. Bu, dışarıdan genç bir kadının acı içindeki iniltisini işitiyor olmamdı. “Biri bana yardım etsin!” diyor, çatlayan bir boğazla öksürüp susuyordu. Bunu tam sekiz kere söyledi, ardından sekiz kere de boğula boğula öksürdü. Evet, itiraf etmeliyim ki, çok korkuyordum, hem de hayal edemeyeceğin kadar… Sakin ve tutarlı olmamı öğütleyerek savrulmamı dizginlemeye çalıştım. Uykusu kaçan yahut anne babasının uyuduğundan emin olduktan sonra balkonda sigara kaçamağı yapmaya çalışan bir hanımefendimiz, “dumanını daha daha uzağa üfleme oyununu” abartınca yere çakılmış olmalıydı. Camın diğer tarafında belki beni gülünç bir manzara bekliyordu. Ne yalan söyleyeyim, (vicdansızca) rahatlayıvermiştim. Başımın üzerinde eylenen perdeyi yakalayıp araladım. Hafifçe uzanıp; önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa baktım, aşağısını kontrol ettim. Kimsecikler yoktu. Zorlukla seçebildiğim güvenlik kulübesinde, bekçimiz İsmail ağabey oturmuş sigarasını içiyordu sadece. Yere yakın bir duman bulutunun kucağında olmalıydı. Çünkü İsmail ağabey sigarayı içmez, tütüne adeta işkence ederdi. Yahu ne işin var gece gece, yat uyu oğlum diye homurdanıp perdeyi eski yerine çekmek üzereydim ki, ses bir kez daha duyuldu; “Biri bana yardım etsin!” Hay Allah dedim. Bu nedir şimdi? Yine bir korku çöreklendi durdu. Bağdaş kurup oturdum. İşim, kendi kendimi teselliye kalmıştı. Aynı sesi başkaları da duymuş muydu acaba? Duymuştur tabiî canım neden duymasınlar? Hatta birazdan mırıldanmalar başlar. Bir grup “iyi adam” sitenin ortasına dökülür ve duruma el koyar. Bekledim. Komşulardan tık yok. Endişenin kamçıladığı merakıma yenilip perdeyi ikinci kez araladım. Ortalık hâlâ süt liman… İsmail ağabey kulübeden çıkmış, paçalarını sıvayıp olduğu yerde çömelmişti. Başı göğsünde donmuş gibi duruyor, kaskatı vücudu, kendine ağlıyor gibi küçülüyor, kalpten gelen bir ağıtla yanıp yakarıyordu sanki. Enikonu, dönüp duran bir yanılgıyı yaşıyor olduğuma inanıyordum. Uyuyordum. Uyurken geziyor, düşünüyor, yaşanıyordum. Sinirlerim bozuldu. Halime güldüm. Başucumdaki telefonum hırlayarak şarjın bitmek üzere olduğunu ikaz etti. Uyumadığım kesindi ama profesyonelce uyutuluyor olabilirdim. Yılgın çığlık yeniden odamı sardı; “Biri bana yardım etsin.” Böyle olmayacaktı. Derhal yataktan fırladım. Önce mutfağa girip elime koca bir bıçak geçirdim. Antreden başlayarak odaların kapılarını ve ışıklarını açtım. En ücra köşeyi bir Sherlock kibriyle inceledim; ev temizdi. Pijamalarımı çıkarmaya fırsatım olmadı. Montumu sırtıma attım. Başlamıştık bir kere. Sokak terliğimi ayağıma takıp hızla merdivenleri indim. Yalan yok, asansöre binmeye tırsmıştım. Binseydim eğer, 8. kattan zemine ulaşana dek ölümlerden ölüm beğenirdim.

Sitenin ortasında İsmail ağabeyle karşılaştık. Birbirimize baktık önce. “Hayırdır Abdullah Bey, sende mi sese çıktın” diye sormaz mı? “İşe bak” diye iç geçirdim. Korkum garip bir bocalamaya dönüşürken, askerliğini komando olarak yaptığını bildiğim İsmail ağabeyin iri vücudundan, muharebe tecrübesinden beslenerek cesaretlenmeye çalıştım.

“Sen de mi duydun abi?”

“Sen ne duydun ki?”

“Önce sen söyle” dedim üşüyen omuzlarımı kollarımla kucaklayarak.

“Biri bana yardım etsin” diye uzaktan uzaktan bir şey duydum gibi oldu” dedi başını sağa sola sallayıp; “Sitenin etrafını dolandım geldim; kimsecikler yok. Hikmeti ne ki? Gecenin bir yarısı, Fizan’daki bağırtı yanında gibi duyulur Abdullah Bey. Belki de biz yanıldık” dedi ve sözümü sürdürmemi beklemeden döndü gitti.

Olanları anlamlandıramıyordum. Hadiseyi daha fazla budaklandırmaya gerek yoktu. Eve yöneldim. Asansör en son katta bekliyordu. Çağrı düğmesine dokundum. Çat deyip aşağı gösteren ok parladı. 9-8-7 numaraları göstergede ışırken, ben birinci katı çıkıp ikinci kata ulaşmak üzereydim. Dedim ya korkuyordum işte. Eve girip odaları bir kez daha kolaçan ettim. Büyük oğlan -ilkokul üçe gidiyor- şilteyi fırlatmış. Üzerini örttüm. Yatak odasına geçip perdeyi araladım. Gökyüzü sararmıştı. İsmail ağabey kulübeye geçmişti. İkimizin de yakazanın kurbanı olduğunu düşünüyordum. İsmail Ağabeyin pusu tepelerinde, sonra efendime söyleyeyim bekçi kulübesinde uyuya kalma sabıkası çoktu hani. Beni hiç sorma. Sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı, uykum kaçmıştı bir kere. Abajurun düğmesine dokunup ışığı açtım. O akşam yatmadan evvel, Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları”nı (zor da olsa) bitirmiştim. Kitabı kütüphanemdeki yerine iliştirirken yeni bir kitabı raftan çekip yarın başlarım niyetiyle başucumdaki komodine bırakmıştım. Şimdi birkaç sayfa okuyup uykumu getirebilir, aynı zamanda yeni kitabıma vakit kaybetmeden başlamış olabilirdim. Kitap, üç beş sayfa uzunluğundaki hikâyelerden oluşuyordu. İçindekiler kısmını açtım. Başlığının çekiciliğine aldanacağım birini okumak istiyordum. Sayfayı parmağımla taradım. Birden 38. sayfayı işaret eden yerde kalakaldım. Baskı hatasından olsa gerek üç rakamı silik çıkmış, sayfa 8 gibi okunur olmuştu. Pek önemsemedim bunu ve hikâyenin başlığına odaklandım. “Biri Bana Yardım Etsin” Hızla kapadım kitabı. Tüylerim diken dikendi. Neydi bu rastlantılar zinciri yahut bir rastlantı mıydı tüm olanlar? Işığı söndürüp yorganın içinde kayboldum. Evet, aynen böyle yaptım. Uyumalıydım. Herkes uyuyordu. Ben uyanıktım fakat uyumak için kanıyordum. Derinlerden gelen ses kulağımı aralıksız yırtıyordu artık. Çok çok uzaktan çağırıyorlardı ve çığlık savuranların sayısı gitgide artıyordu. Sözün kendisi de değişti bir süre sonra; “Neden uyur gibi bakıyorsunuz. Biri Bize Yardım Etmeli. Geç kalıyorsunuz!”

 

Abdülkerim Kolat

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Geç kaldı , 20/12/2016

    ” neden uyur gibi bakıyorsunuz.” Kaybettiğimiz bakışlarımızdı sonra ne mi olmuştu? Geç kalınmıştı.

  • Ne önemi var , 19/12/2016

    Geç kaldık asıl ölü bizleriz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir