Uzunca bir yol. Yolun alt tarafı numunelik bir boşluğa bakıyor. Bu alanda öteye beriye serpiştirilmiş irili ufaklı ağaçlar var. Kimi kurumak üzere, kimi budanmadığı için gürleşme sıkıntısı içinde. Yeni trendlere direnen, özlenen muzipliğin sahibi birkaç çocuk misket atıyor. Kendi aralarında ne konuşuyorlar acaba? Yaşıtlarının çoğu akıllı bir takım aletler ve bilgisayar oyunları sayesinde hayatı öğreniyor. Dijital ayak izlerinin dünyasında çok değil üç beş yıl sonra nasıl gizlenebileceklerini düşünmeye başlayacaklar. “Her halimizi biliyorlar, her adımımızı öğreniyorlar!” türünden kaygılarla ayakları gerçek bir toprağa bastığında ve izlerini sadece yağmurun kapattığı o ötelenmiş yarım gerçekliğiyle beş para etmeyen dünyaya ait olanlara gıpta edecekler mi?
Her gün belli aralıklarla bir sığıntı gibi yaşadığı evden hep aynı boşluğa bakıyor ve o birkaç çocuğu görmenin umuduyla bir sonraki aralığı bekliyordu. Çocuklarda her ne görüyor ya da görmeyi istiyorsa bu aralıklar onda bir rutini başlatmıştı. Unutulan bütün duyguların, alışkanlıkların, iyiliklerin de içinde yer aldığı bir eşya bürosu kurma hayaline bir adım daha yaklaştığı şu günlerde hangi eşyaları alıp saklayacağına, hangilerini kabul etmeyeceğine karar verememiş olsa da işlevi yitirilmişlerden başlaması gerektiğini biliyordu en azından. Çocukluğundan beri gözden düşen ne varsa eşten dosttan alıp saklamayı huy edinmiş biri olarak bu iş için bir hizmet bedeli isteyecek olması garip geliyordu. Aslında çöpe atılacak ne varsa toplayacak ve bir temizlikçi gibi onların ortadan kaldırılmasına yardımcı olacaktı. Yoksa o kadar eşyayı nasıl saklayabilirdi? Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüş gibi görünmüyordu.
İki günde bir boş dükkân bakmaya gittiği çarşıya doğru yola çıkardı. “Bugün belki bir yer tutabilirim…” düşüncesiyle ilk kirayı, bir miktar kaparo parasıyla birlikte bir mendilin içine koyup kapadı. Böyleleri kaldı mı ya? Mendilci kirli çıkıcılardan Sefer. Mendilin en sağlam cüzdan olduğunu düşünürdü. Babaannesi böyle yapardı. Ondan gördüğü günden beri mendile koyar parasını. Eşya bürosu diye yedi bitirdi kendini. Parlak bir fikirmiş gibi herkes sıra olacak önümde deyip duruyor bir de. Eskimeyen eşyalar gibi inatçı. Gelgelelim inatçı bir adamın huylu hallerini üzerinde taşımasa da eski kafalı deyiminin vücut bulmuş hali diyebilirsiniz onun için. Çarşıya varana kadar türlü hesaplar yaptı. İki gün evvel uğradığı ve hiç boş dükkânın olmadığını bildiği o aynı çarşıya ne diye gidiyordu ki? Kimselere de bir şey söylemiyor sadece bakınıp bakınıp eve dönüyordu.
Başlangıçların, umutların, yeni hikâyelerin orta yerinde kalmış canlı bir pazarı andıran bu çarşıda olmayan tek şey -eğer sahafları ve antikacıları saymazsak- duygusu kalmamış, heyecanı yitmiş eşyaların istiflendiği bir dükkândı. Sefer’e göre dükkânın deposu olması gerekmiyordu. Küçük eşyaları teslim alacağını netleştirmişti. Fakat yine geniş bir alana ihtiyaç duyabilirdi. Sağ baştan halk kasabı, hemen yanında telefoncu ve onunda yanında dizili bankalar, esnaf lokantası, çiğköfteci, market, düğün salonu, başka bir market, fırın, başka bir market daha, eczane, tuhafiye diye sıralanan düzensiz bir hat üzerinde bir iskemle atacak yer bile kalmamışken ısrarla gözleri boş bir yer arıyor, hemen karşı kaldırıma geçip dükkânları saymayı sürdürüyordu. “Başka yer mi yok birader, sürekli bakınıp duruyorsun boş dükkân var mı?” diyen de çıkmıyordu. Belli ki hiç dikkate alınmayan biriydi Sefer. Elleri cebinde, bir önceki günden daha düşünceli halde evin yolunu tuttuğunda kendisini unutulmuş bir eşya gibi görmeye başlamıştı. Tuhaf bir hal içindeydi. Henüz adını koyamadığı bu halin bir benzerini de başkalarında görememiş olacak ki yersiz bir korkuya kapıldı. Yine kafasında türlü senaryolar dolaştı durdu. Çoğu yarım bırakılmış, sonu gelmeyen olaylar zincirine bağladığı zihnini “Evet, evet, ben artık unutulmuş bir eşyayım, ta kendisiyim.” diyerek yürüdü gitti.
Akşam olduğunda önüne koyulacak ne bir tas çorba ne de sofrasına eşlik edecek biri vardı. Sürekli çaresiz ve yalnız kaldığını beyan eden milyonlardan farklı olarak yalnızlığına katkı sunacak fazladan neyi vardı? Daha öncekilerden farksız olan bu akşam, iştahı yine kaçacak gibiydi. Yatağa ne aç ne de tam olarak tok girdi. Uyudu, uyandı. Uykusunun arasında çölde mahsur kalmış gibi susadı. Mutfağa neredeyse bir bebek gibi emekleyerek gitti. Masanın üzerindeki yarısı boş olan sürahiye uzandı. İlk denemesinde başarılı olamadı. Karanlıkta iğne arar gibi elini masanın üzerinde gezdiriyordu. Eli bardağa çarptı. Bardağın dibindeki su döküldü. Masanın kenarından pıt pıt ederek dökülen su yüzüne gelmişti. Kendisini ne hale sokmuştu böyle? Sanki ayakları yokmuş gibi yerde sürünüyordu. Kalktı. Işığı açtı. Masanın kenarındaki sandalyeye oturdu. Şimdi de başı dönmeye başladı. Oturmasına rağmen güçlükle duruyordu. Başını masaya koymadan önce koluyla ıslaklığı yalap şap sildi. Onu sürekli uykudan uyandıran şeyin kafasındaki düşünceler olduğunu bildiği halde düşünmemeyi beceremiyordu. Öyle düşünme dediysem de siz onu feylozofça fikirler kuran, kavramlarla yaşayan biri falan sanmayın sakın. Öyle değilse de kim bilir belki bir yazara yahut gerçek bir düşünüre ilham verebilirdi. Sefer onu hiçbir yere taşımayacak olan niteliksiz düşüncelerin boyunduruğu altında mutfak masasında sabahı etmişti.
Mutfak Masasının Başında Olanlara Dair
Başını masaya koyduktan kısa bir süre sonra uyumuştu. Sanırım baş dönmesinden olacak bu defa çok hızlı geçmişti uykuya. Uykuya hızlı bir geçiş yapsa da uykusunun ikinci boyutuna geçmekte ikinci viteste kalkmaya çalışan araba kadar zorlanmış ve yine uyku ile uyanıklık arasına sıkışıp kalmıştı. İşte bu aralıkta fena rüyalar görmeye başlamıştı. Biraz ürkütücü, biraz sonunun gelmesini iple çektiğimiz türden rüyalardı bunlar. Yer yer sayıkladı, yer yer boğulacakmış hissiyle güç bela yutkundu, bir nefes için mücadele etti. Bu onun gördüğü rüyaların dengesiz ve karmaşık olmasından mı ileri geliyordu yoksa uyku bozukluğuna bağlı olarak gelişen bir tür atak mıydı bunlar bilmiyorum.
Rüya No 1: Mutfak masası küçülmüş ve bir yer sofrasına dönmüştü. Çocukluğuna gitti geldi. Yer tablası boştu. Fakirliğin canı çıksın dedi. Bu serzenişinden sonra tabla üzerinde belli belirsiz yanıp sönen tabaklar ve tabakların içlerinde meyveler, soslu sossuz etler, börekler görmeye başladı. Elini herhangi bir tabağa uzatmak istediğinde o tabak sönüyor, az yanında bir başka tabak beliriyordu. Gülmeye başladı. Israrla devam ettirmek istediği, şiddeti artan bir gülme hali bir süre devam etti. Sona doğru öylece kalakaldı. Önündeki tablada halen lezzetinden şüphe duymadığı yiyecekler bir var olup bir yok oluyordu. Aynı benim gibiler dedi. Lezzetinden eminsiniz fakat erişmenin imkânı yoktur. Aranıza belli bir mesafe koyduğunuzda görünür gibiler fakat elde etmek istediğinizde o ilk gördüğünüz hallerinden uzaklaşırlar. Bu sizi sadece üzmez. Uzağa iter. Belki hırslandırır. Belki elde etme pahasına bir yanlışa yol çizer. En kötüsü de hatalarıyla yüzleşmekten kaçmayan bir adamı, yanlışlarının esiri kılabilir.
Rüya No 2: Tahmin edeceğiniz gibi o çok istediği unutulmuş eşya bürosunu açmak üzere aylardır aradığı boş bir dükkân gördü. Gayesini tamamlamak üzereydi. Gerçeklikle bağı kopma noktasına gelmiş bu adamın bunu bir rüya olarak yaşamadığını söylemeye lüzum yok. Heyecandan eli ayağına karıştı. Telaş içinde eli ceketinin iç cebine gitti. Mendilini yokladı. Buldu, çıkardı. Özenle sardığı mendili yırtar gibi açtı. Uzunca zamandır biriktirdiği parayı göremedi. Afalladı. Mendili salladı. Ödü kopmak üzereyken paralarını ayakuçlarında gördü. Onlara doğru eğildi. Saçılan paralarını birer ikişer toplamak istedi ancak hangisine uzansa kayboluyordu. Bunu defalarca denedi. Paralar bir yanıp bir sönen soslu sossuz etler ve meyvelerden farksızdı. Ne var ne de yoklardı. Ne yapacağını bilemedi. Bu kez ağlamaya başladı. Bir kriz haliydi yaşadığı. Kendisine hâkim olamadı. Başını ayakuçlarından kaldırmadan uzunca bir süre ağladı, dövündü.
Dükkânın önünde, perperişan, suyu çekilmiş bir nehre döndü ve “Ya bundan sonra?” dedi. Dükkân halen boştu. Fakat parayı yeniden denkleştirmek zaman alırdı. O vakte kadar dükkân tutulurdu. Bir boş dükkâna baktı, bir ayakucuna, bir havaya baktı, bir halen elinde tuttuğu mendile. Bunun bir rüya olmasını her şeyden çok istedi. Aklı bulanmıştı. Rüya bir vardı, bir yoktu. Gerçek bir vardı, bir yoktu. Dükkân bir boş bir doluydu. Paralar, yemekler, sofralar bir var oldular, bir yok oldular. Bir uyandı, bir uyudu. Penceresinin önünden uzunca bir yol bir geçiyor, bir geçmiyordu. Boşluğa misket atan çocukları seyrediyordu. En son hatırladığı buydu. Sesleri evin içindeymiş gibi geliyordu. Evin kapısından, penceresinden, sehpasından yahut masasından farksız hissediyordu kendini. Çocukların sesleri ona çarpıp yankılanıyordu. Belki de başka rüyalarda oluyordu tüm bunlar. Rüya bile onun değildi.
Mehmet Erikli