Üç Lira

Kerim Kolat, bizi çocukluk anılarımıza götürüyor. Küçük isteklerin, küçüklerde ne kadar büyük olabileceğini sorgulatıyor…

***

Bahar… Yumuşak bir akşam… Rüzgâr ılık ılık esiyor, dokunduğu her tende tatlı bir yaz heyecanı bırakıyordu. Tavuklar ulu orta, oraya buraya koşturuyordu. Mavi renk tahtadan dondurma arabaları varoşlarda görünmeye başlamış, elinde külahlarıyla çocuklar, okul bahçesine oyuna durmuş… Üzüm asmaları yeşermeye namzet.

İki katlı, dış sıvaları dökülmüş, balkonlu evin dağa bakan tarafındaki odanın ahşap çerçeveli penceresinden ellerini yüzüne koymuş uzaklara bakıyordu. Her yıl bu zamanlarda geldiklerini biliyordu. Mahalle kadınları birkaç gündür, gelmek üzere olduklarını konuşurlarken kulak misafiri olmuş, içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Her akşam aynılarını tekrarlıyor, pencere önünde oturup, saatlerce geldiklerini haber veren ateşi görmeyi bekliyordu. Bu sene yapmalıyım diye düşündü. Ne olursa olsun yapmalıyım. Hem İsmail nasıl yapmıştı? Ben de bir yerlerden bulabilirim.

Babaannesi elinde bir tas kayısı hoşafı olduğu halde bir şeyler mırıldanarak içeri girdi.

“Babaanne paran var mı?”

Çakır gözlü bu yaşlı kadının 3 ayda bir emekli maaşı aldığını herkes bilirdi. Paraları alır almaz, yüklükteki yerine bırakır, kimselere koklatmazdı.

“Ne yapacaksın?”

“İhtiyacım varda.”

“Yok. Ufacık bacağınla para ne işine yarar senin, otur oturduğun yerde. Ya da git annen versin baban boşuna mı çalışıyor.”

“Sadece üç lira ama çok değil.”

“Git anan versin”

Daha öğlen, halasının oğlu Ayhan’a para veren babaannesini görüp ne kadar da ümitlenmişti oysa.

Başını çevirip, karşı dağda yanan ateşe yeniden baktı. Heyecanı, diş sızısı misali göğsüne batıp çıktı.

“Haydi kızlar başlıyormuş çabuk olun.”

Sokaktan gelen bu ses onu yerinden sıçratarak uyandırmaya yetmişti.

Hemen para bulmalıydı bir yerlerden.

Annesine koştu.

Tam bir köylü kızıdır bu kadın. Elâ gözlü, burnunun hemen sağında siyah bir ben var. Bakışları derin, merhamet sahibi… Şalvarını giymiş, yazmasını bağlayıp kulak arkasında tutturmuş, dışarı çıkmak üzere.

“Anne paran var mı?”

“Ne yapacaksın a güzel oğlum sen parayı? Eğer cıncık şekeri istiyorsan, gider beraber alırız bakkaldan. Ama şimdi biraz işim var, sonra olur mu?”

Biraz hışım, biraz da kırgınlıkla annesinin ardından bakakaldı.

Vakit azalmış, bir şeyler yapması gerekiyordu.

Aceleyle yola koştu, uzaktan bir genç geliyordu.

Yanına yaklaşıp; “Abi üç liran var mı?” dedi.

“Yürü git lan ağzımı bozdurma sıpa. Kendi karnımızı doyurduk ta sana para vermemiz kaldı. Sen her önüne gelenden paramı istiyorsun köftehor, kaybol ulan!”

Ellerini cebine koyup, başı önde uzaklaştı. Giderken birkaç kez arkasını dönüp, fırça yediği genci dikizledi. Gözü yaşla dolu halde bakkala girdi. Kirpiklerini bir indirse, âdeta bir ab-ı hayat yanaklarından aşağıya süzülecekti.

“Âdem amca bana üç lira verir misin? Babam bugün yoldan dönecek, akşama alıp vereyim olmaz mı?”

“Yok kuzum, az önce sigaracıya verdim hepsini. Bak herkesten bu şekilde para istenmez. Bir daha yapma tamam mı?”

Artık gözlerinde biriken yaşları tutamadı. Susuz kalmış, küçük bir fidanı andırıyordu yokuşu çıkarken ki hali. Caminin hemen önündeki musallâ taşının üzerine bir çırpıda atladı, sonrasında ağladı, ağladı. Çok bir şey değildi istediği. Üçü için, üç liraydı sadece.

asde ders

Caminin diğer yanında gürültüler başlamıştı. Çalgı çengi sesleri mahalleyi inletiyor, uzaktan belli bir ritmi olmayan bu sesler güvercinleri rahatsız etmiş ki her birini biryana uçuruyordu. Elleri cebinde meydana yaklaştı. Daire oluşturmuş eğlenen kalabalığın arasında annesini bulup yanına sıvıştı. Annesi kendisini öyle kaptırmış olacak ki, onu fark etmedi bile. Bahar aylarının vazgeçilmezi olan ayı oynatıcılar mahalleliyi coşturdukça coşturuyordu. Bu adamlar her yıl buralara gelir, ayı oynatarak halkı eğlendirirlerdi. Karşılığında bir miktar para ile tabiî, gönülden ne koparsa. Üzerinde siyah şalvar ve siyah cepkeni bulunan adam, elindeki çıngırağı bir aşağı bir yukarı sallıyor. Burnunda halkası olan ayı ise el hareketiyle paralel, oturup kalkıyordu. Ekibin üçüncü kişisi ise; başında külahı, sırtında Osmanlı işi cübbeyle zurna çalıp mahalleliyi şevke getiriyordu. Böylelikle tam yarım saat kadınlı çocuklu, vur patlasın çal oynasın devam etti eğlence.

Müziğin bitimiyle beraber, şalvarlı adam, başında ki kepi çıkarıp kalabalığın arasında gezdirdi. Zurnacı diğer taraftan çalmaya devam ediyor, mahalleli müziğe doyamamış hâlâ el vuruyordu. Kısa sürede kepin ortası bozuk paraların ağırlığından aşağı sarktı.

Şapkanın içerisine birkaç lira bırakabilmeyi çok istemişti sadece o kadar. Babası gibi memleket memleket gezerek rızkını arayan bu adamlara, çocuk dünyasında anlamlı bir yer ayırmış ve onlara yardım etmek istemişti oysa. Kısmetse seneye olur belki, bekleyecek.

Akşam yine ahşap çerçeveli pencerenin önünde dağda yanan ateşi izliyordu. Bu bir gün önce gelenlerin gidişini söyleyen bir işaretti. Seneye üç lira bulmaya söz verdi. Lâkin bir daha ne onlar geldi, ne de o üç lira bulabildi.

“Camiye yardım, camiye yardım”

O kadar dalmıştı ki, bu sesle yerinden sıçradı. Küçük bir tebessüm yuvarladı geçmişe. Yardım kutusuna üç lira bıraktı o günden sonra bir daha göremedikleri için…

 Abdulkerim Kolat

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Ahmed , 19/09/2014

    Çok beğendim .

  • ulas , 13/03/2013

    Kerim Kolat’ın hikayelerinin hepsi bir naif temel üzerine kurulmuş fakat naif temel o denli sağlam ki bir çocuğun yüreği kadar temiz ve sarsılmaz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir