Mehmet Erikli, tuhaflıklarımızın öyküsünü yazdı…
***
Kış geldi. Çatmadan gitti. Bahar dallarını doya doya göremedik. Nerelerde açtıklarını bile unuttuk. Yaz geldi. Kirazı, vişneyi, yenidünyayı, ekşi eriği bir türlü yiyemez olduk. Paramız var alamıyoruz. Yok arkadaş, yok. Artık yetişmiyor doğru düzgün. Hangi yılda yaşıyoruz ki biz? Dünyamızın, M.S İki Bin Kırk İki yılını kutlamaya hazırız. Zaten biz kutlamalara annemizin karnında hazırlandık ve çıkar çıkmaz kutlandık. Sonra da hep dünyamızın yaşını kendi yaşımız gibi kutladık. Sonunda bir yere varamadık. Sözgelimi şöyle birkaç sene ıskartaya çıkmadı dünya. O değerini yitirseydi biz de yaşlanmazdık. Ne yazık! Ulan yıl İki Bin Kırk İki oldu da bizim mi haberimiz olmadı? Şüphesiz öyledir. Başımıza ne geldiyse dünyanın değerinin bir türlü bitmediğinden geldi. Hatta komşumuz Kerime Teyze’nin oğluna fırlattığı ama ona değil de bana isabet eden ayakkabısın topuğu da dünyanın değeri yüzünden başıma geldi. O zaman yıl Bin Dokuz Yüz Seksen Yedi’ler filan. Şimdiki gibi değil. Kadınlar topuklu ayakkabı giyiyorlar. Düşün artık ne kadar gerideymişiz. Bir de kauçuk topumuz vardı da sektir sektir yorulmazdık. Top kelimesi dillerden ve sözlüklerden silindi. Antika sözlüklerde bulabilirsin ancak. Ne kendisi ne ismi.. O kadar mı değiştik ya? Evet ya. O kadar değiştik. Ya da başkalaştık. Neye benzediğimizi hiç sorma. Solucan bile değiliz artık. Solucan olacak kadar toprak kalmadı ki. Her şey metal, her şey beton, insanlar yürümeyi unuttu, uçmaktan kimse başını yere eğemiyor, daima gök yüzü, daima.. Zamanında bir de NASA vardı değil mi? Ulan hâlbuki dünya biter NASA bitmez diyorlardı. Ne oldu şimdi? Burası böyle bir dünya işte.. Biten bitene. İnsanlar insanları haraç mezat alıp satar oldu. (Sanki burada geriye dönüş söz konusu. Dünyanın kölelikle idare edildiği ve daha çok efendilerin kendilerine köle edindiği yıllara bir atıf var.) Hobbes adında bir dünyalı zamanın birinde “İnsanın insana karşı savaşı” diye bir söz söylemişti. Yıllar içinde bu söz, yıkımların, insanın insana ettiğinin teorisi olarak duvara asılmalıydı ve tek bir söz olarak ders diye okutulmalıydı ama kimseler görmedi bile. Birçok şeyi okumadan geçtik hep. Bir de adamın biri “Karanlıktan da korktum, bozacıdan da. Hayatlarımız ne tuhaf.” diye bir söz sarf etmişti. Ben çocuktum bu sözü işittiğimde. Kendince zamanı geldiğini düşündüğünde hep böyle mırıldanan bir adamdı bu. İsmi de Bizimki. Ne tuhaf bir isim değil mi? Oysa adam hayatın tuhaflığını sorguluyor. Kendi isminden başlasaymış fena etmezmiş. Bak bunu da düşünmeden geldim kaç yaşıma. Bizimki’nin sözünü kavrayamadan Hobbes’un ne dediğine mi kulak verecektim acaba! Biz de geldik belli bir yaşa. Saçımız sakalımız ağarmıyor ama vücudumuz çöktü. Eskiden insanların saçları, sakalları ağarıyordu değil mi? Ben babamdan, dedemden biliyorum. İkisi de bembeyaz saçlıydılar dünyadan taslarını taraklarını topladıklarında. Çok ilerledi teknoloji çok. Bak NASA’ya bile ihtiyaç kalmadı. Daha ne kadar ileride olabiliriz ki? Tuhaf, tuhaf, hayatlarımız çok tuhaf. Şüphesiz öyledir.