Gözlerini açtığında kendini, yapraklarını yeni yeni dökmeye başlamış ağaçların arasında buldu. Ayağa kalkıp, etrafa meraklı gözlerle baktıktan sonra, ürkerek, tanımadığı eve girmiş gibi bir yabancının hisleriyle yürümeye başladı. Ağaçların yere kadar uzanan cılız dallarını itip kakarak ilerliyordu. Çok geçmeden biraz ileride, bir çalılığın arasından görünen yemyeşil bir çimenliği fark etti ve hızlıca oraya yöneldi. Heyecanı artıverdi. Açıkçası kendini biraz da acemi bir katil gibi hissediyordu. Bu his, onu daha da hızlandırdı. Hedeflediği yere varıp, kendini çalılığın ardına attığında, buram buram kokan çimen kokusunu içine çekerek gülümsedi. Bu onu mutlu etmişti. Gözlerini açtığından beri üzerine binen garip gerginlik dağılıverdi. Sonra bir oraya bir buraya yürümeye başladı.
Bu koca yerde kıpırdayan hiçbir şey yoktu. Sanki usta bir ressamın elinden çıkan donuk bir portrenin içerisine konulmuş gibiydi. Doğanın en hissiz hali bu olmalıydı. Sonra ağaçların tepesine gözlerini dikti. En azından rüzgârı görebilmek istiyordu. Fakat burada rüzgâr da yoktu; hâlbuki en azından ağaçların salınmasını ne kadar da çok isterdi.
Hayal kırıklığıyla minik gezintisine devam etti. Biraz daha ilerledikten sonra küçük, birkaç odadan oluşan bir kulübeye rastladı. Hemen yukarı tarafta iki tane arabanın rahatlıkla geçebileceği toprak bir yol gördü. Yolun bitişiğindeki çimenliklerin ezilmiş olduğunu fark ettiğinde, çimenin kokusunun verdiği mutluluğun yerini, yine çimenin verdiği ürkütücü his aldı. Bakışlarını oradan ayırmadan hızla uzaklaştı. Kafasını tekrar başka yöne çevirir çevirmez uzunca, zarif, ortaçağlı bir çan kulesi gördü. Her nedense içinden, kulenin bir uçağın bıraktığı bomba ile parçalanacağını geçirdi. Ve bu düşünceyi aklından geçirir geçirmez, bir uçak çevikçe pike hareketiyle bombasını kulenin tam tepesine bıraktı. Büyük bir patlamayla ortalık toz duman oldu. Korkudan deli gibi koşmaya başladı. Nereye gideceğini bilemeden bir sağa bir sola koşuşturuyordu. Hem koşuyor hem de olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Bir rüya olabilir miydi? Fakat henüz uyanmıştı. Ölmüş müydü acaba? Ölmüştü ve evrenin yansımalarını karman çorman şekildeki yansımalarını mı görüyordu? Hem deli gibi koşuyor hem de bunca şeyi düşünüyordu. Sonra birden kendini yerde buldu. İnce suratlı, kıvrık sakalları kafasının büyüklüğü kadar uzamış, bileği kesik bir adam onu arkasından itip yere sermişti:
“Kımıldama sakın. Birazdan ateş açacaklar.”
Gerçekten de öyle olmuştu. Etrafında kurşunlar uçuşuyor nedense bunları fark edebiliyordu. Fakat yine ses işitilmiyordu. Garip adam tekrar söze girdi:
“Bizi çok fena haklayacaklar. Sakın kıpırdama. Teslim olmalıyız yoksa ölürüz.”
Ölürüz kelimesi çok hoşuna gitmişti. Bu saçma yerden, saçma yansımalardan kurtulmanın yolu ancak ölmek olmalıydı. Fakat buna yine de cesaret edemedi.
“Ne olacak peki?”
“Bakalım.”
Bu “bakalım”, hiç hoş olmamıştı. Nitekim sağlam bir postal darbesinin ağzının orta yerine inmesiyle hesaplarının sona ermesi bir oldu. Başında dikilen iki asker, bu yerde yatan iki zavallıyı kaldırarak, oraya, yolun kenarındaki ezilmiş çimenlerin olduğu yere götürdüler. Ve ilginç olan, tam da o ilk başta gördüğü izlerin üzerine yerleştirilmeleriydi.
…
“Şimdi beni iyi dinleyin. Beni iyi dinlemek, iyi bir şeydir. Yani sağlığınız için. Ben iyi bir adam değilim, bu yüzden iyi olanların iyi olmayanların sözlerini dinlemeleri gerekir. Yoksa iyi olmayanlar, iyi olmayanları dinlemeyen iyilerin canına okurlar. Her neyse akıllı uslu durun işte.”
Kendilerini buraya getiren iki askerden başka, onların komutanı olduğu anlaşılan biri daha bulunuyordu. Önlerine dikilmiş, elindeki silaha dayanarak sağ bacağı biraz kırık ve diğer ayağına yan durmuş şekilde sigarasını tüttürüyordu. Söyledikleriyle tam bir aptalın rolünü üstlenmişse de tüm bu olanlar, bulunduğu ortam, ondan ürkmesine neden oluyordu. Sonra yanı başlarına, yaramazlığı her halinden belli olan bir çocuk ilişti. Cebinden bir avuç minik taş çıkararak tutsakların kafalarına fırlatmaya başladı. Canları oldukça yanıyordu. Hissettikleri acı, hiçbir acıya benzemiyordu. Çocuk, taşları fırlatmaya devam ederken komutan tekrar konuşmaya başladı:
“Şimdi, yani şu anda, ben sizi tutukluyorum. Peki neden? Bu başarılı komutan, savaş görmüş başarılı komutan sizi neden tutukluyor biliyor musunuz? Ha ha ha! Bilirseniz bana da söyleyin. Bunu ben de bilmiyorum.”
Bu aptal askerin de burada bulunmasının, kendisininki gibi saçma olduğunu düşündü. Belki o da kendisi gibi, bilmediği bir yerden, bilmediği bir yere, bilmediği şekilde gelmişti. İradesi tamamen kendi idrakinin dışında olmalıydı. Bunun cevabını verebilecek gerçekten hiç kimse bulunmuyordu orada. Şu ana kadar ettiği en akıllı lafı, “Bunu ben de bilmiyorum” du. Bu arada çocuk çoktan ortalıktan kaybolmuştu.
“Bakın bana. He, evet, bakın. Ne diyordum, evet. Şimdi size izin veriyorum. İhtiyaçlarınızı giderin. İhtiyaçlarınız derken, yemek su falan değil tabi. Gidin işeyip gelin. Uzun yola çıkacağız. Gidiyoruz buradan bilmiyorum ama gidiyoruz yani gideceğiz siz gelince. Geç kalmak yok, haydi!” ihtiyaç gidermeleri için yönlendirdiği yer ise, hikâyenin asıl sahibinin ilk başta gördüğü kulübeydi.