Bir gecekondu mahallesinin dar sokaklarının buluştuğu küçük meydanda, bir bakkal ve onun hemen karşısında da bir kahvehane bulunuyordu. Henüz sigara yasağının gelmediği zamanlardı ve içerisinin havasını tamamen duman ve açlık kokan insan soluğu oluşturuyordu. Kahvehane emekliler ve orta yaşlı işsizlerle dolu ve adım atacak tek bir yer yoktu. Okey taşlarından çıkan ince sesler, kâğıt oynayan adamların, ellerindeki kozları şehvetlice masaya vurduklarında “Güm!” diye ortalığı inleten kalın elleri, televizyonda koşuşturan atlar, duvardaki Turgut Özal ve Atatürk portreleri, 1988-1989 sezonunda yüzden fazla gol atarak şampiyon olan Fenerbahçe futbol takımının fotoğrafı, çay siparişlerinde yaşanan bağırışlar ve gencecik çırağın uysal hizmeti… Tüm bunların hepsi aynı anda ve iç içe geçmiş şekilde gerçekleşiyordu. Bir kahvehaneye dair ne varsa hepsi burada noksansız bulabilirdiniz.
Her şey ritmini sürdürürken, dört yaşlı adamın bulunduğu masada bir tartışma başladı. Aralarından bir tanesi ayağa kalkarak, elindeki bastonu sallayıp tehdit edercesine konuşmaya başladı:
“Seni it! Şurada oyun oynuyoruz. Taş çalıp huzurumuzu ne kaçırıyorsun? Kafana geçiririm şu bastonu!”
Sesleri duyan birkaç kişi hemen olayı yatıştırmaya gelmişti bile:
-“Aman Hasan amca yapma yaşlı başlı adamlarsınız yakışır mı size.”
-“Ama taş çalıyor gavat!”
-“E çalsın ne olacak dünyanın sonu değil ya.”
-“Olmaz öyle şey! Ben eski kumarbazım senin haberin var mı? Hey gidi hey! Bizim zamanımızda hile yapanı mıhlardık. Oyunda hile olmaz, o kadar!”
İkna etmeye çalışan adam daha fazla dayanamayıp, “Yahu ne haliniz varsa görün, bana ne ki zaten” diyerek kendi masasına geçti. Yaşlı adam da çoktan yatışmış, masasında oyununa devam etmekteydi.
Olaylar tam da yeni durulmuşken, on iki yaşlarında bir çocuk soluk soluğa içeriye daldı. Kapının koluna asılarak nefes nefese:
“Salih amca Salih amca!” diye bağırdı. Salih amca kahvehanenin sahibi, mahallenin merkez noktasıydı. Telaşla çocuğun yanına koşarak:
-“N’oldu lan?” dedi. Çocuk hala nefes nefeseydi.
-“Muhtar yolladı beni. Milletvekili mi ne gelecekmiş buraya. Sürpriz ziyaret yapacakmış. Git dedi haber ver dedi.”Kahvehaneci, bir iki saniyelik donuk bakış evresinden sonra etrafa telaşlı bakışlar attı. Ne yapacağını bilemeden döndü durdu. Onun yaptıklarını sanki kahvehane ahalisi de tekrarlıyordu. Herkes bir şeyleri düzeltme peşindeydi. Fakat düzeltecek hiçbir şey yoktu. Demiştik ya, burası noksansız tam bir kahvehaneydi. Tek değişiklik, televizyonun kapanmasıydı. Zaten televizyonun içindekiler dışına çıktığında, televizyon kapatılır. Ayrıca erkeklerin egemen olup da en düzenli tuttukları mekân kahvehanelerdir. Örtüler düz ve temizdir. Çay ocağının olduğu yerde bardaklar hemen dolacakmışçasına pırıl pırıldır. Depozitolu gazoz ve su şişeleri yerli yerinde, kasalarındadır. Kahvehane ahalisi bu düzeni fark eder etmez yerine oturmuş, karın ağrıtan bir heyecanla beklemeye başlamıştı. Sadece birkaç kişi üstünü başını düzeltmek için eve kadar gitmişti o kadar.
Bekleyiş esnasında konuşmalar dönüyor, herkes bu “sürpriz” ziyaretin gayesini anlamaya çalışıyordu. Bazıları ise aralarında fısıldanarak, “Muhtarı kaymakamlığa şikâyet ettiydik ya, kesin ondan gelmiştir. Bak gör, muhtarı nasıl da ikaz edecek. İyi oldu iyi, iyi…” gibisinden konuşuyordu. Herkes kendi zihni içinde, sebeb-i ziyareti anlamaya çalışıyordu.
…
Yaklaşık yirmi dakikalık bekleyişin sona erdiğini yine muhtarın gönderdiği çocuk haber etti. Haber alınır alınmaz herkes kapının girişine bir yığılma yaptı. Önde olanlar, ellerini saygıyla kavuşturarak, arkada kalanlar ise parmakları üzerinde yükselip kafalarını kaldırarak olaya tanık olmak istiyordu.
Sonunda milletvekili içeriye giriş yaptı. Elini hafifçe başına paralel havaya kaldırarak, “Selamun aleyküm ağalar!” dedi. Sonra içeriden “Aleykümselâm, hoş geldiniz”, “Hoş buyurmuşlar” gibilerinden sesler yükseldi. “Sağ olun teşekkür ederim, sağ olun, eksik olmayın, siz nasılsınız?”… Milletvekili, gayet mütebessimdi ve enerjisi yerinde görünüyordu. Mahallenin muhtarı ve imamı da onunla beraber içeriye girdi. Selamlaşma esnasında danışmanı kulağına yaklaşarak, “Efendim şu köşe çok uygundur sizin için” diyerek köşedeki masayı gösterdi. Vekil de anladığını belli ederek hafifçe kafasını salladı ve insanlarla merhabalaşmaya devam ederek yerine geçti. Masanın tam başına oturdu. Etrafına da insanlar halkalar şeklinde yerleşti. Herkes susmuş, vekili bekliyordu. Vekil de o anda söze girdi:
“Maşallah maşallah ne güzel. Hepinizi iyi gördüm. Bir eksiğiniz, gediğiniz yoktur inşallah?” Seyrek saçlı, krem renk paltolu, orta yaşlı bir adam tam vekile yanıt verecekti ki, hemen yanı başında duran arkadaşı onu durdurdu. Arkadaşı hükümetin amansız destekçisiydi.
-“Dur ne yapıyorsun? Yeri mi hiç?”
-“Lan yeri bura değil de neresi?”
-“Dur dur!” Krem renkli paltolu adam kendini zor dizginlemişti. Sinirinden ayağını sallayıp duruyordu. Arkadaşı sallanan ayağa yan yan bakarak “La havle” çekti ve vekili dinlemeye devam etti.
“Amatör kulüplere olan desteklerimiz giderek artacak. Biliyorsunuz ki bizden önceki hükümetlerin döneminde bu yardımların dörtte biri dahi yapılmıyordu. Fakat bizim dönemimizle beraber bu alanda olduğu gibi diğer tüm alanlarda ciddi ilerlemeler kaydedildi takdir ederseniz.” Arka taraflardan biri “On altı seneden beri iktidarsınız, olsun o kadar” diye mırıldandı. Bu cılız mırıldanmayı kimse duymamıştı. Herkes vekili dinlemeye devam ediyordu.
“Bize diyorlar ki ‘vay efendim seçim vakti kömür mü dağıtılırmış’ ve saire. Lafa bakın lafa! Akıl, mantık, izan yok bunlarda. Kömür dağıtmayalım da soğuktan donsun mu bu millet? Sosyal devletin gerekliliğini yerine getiriyoruz biz. Her zaman dediğimiz gibi Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Biz de bu sosyal devlet olma gerekliliğini yerine getiriyoruz. Buyur amca sor bakalım.” Yaşlı bir adam savaş çağrısı yaparcasına bastonunu havaya kaldırarak “Emekli maaşlarına zam var mı zam?” diye sordu. Tüm kahvehane birden kahkahayı basıverdi. Vekilin yanında bulunan imam ve muhtar da gülmemek için dudaklarını ısırarak kendilerini zor tutuyordu. Yaşlı amcanın en az kendisi kadar yaşlı bir metresi vardı. Onu yedirir içirir eğlendirir gezdirirdi. Tüm bunlar için para gerekliydi. Tabi kahvehane bunu biliyordu. İçlerinden biri dayanamayıp yüksek sesle, hatta höykürerek, “Azmış bu adam azmıışş! Paran yetmemeye mi başladı delikanlı!” dedi ve çok fena bir kahkaha patlattı. Birden herkes sustu. Bu çirkin kahkaha, kahvehanenin gülme hevesini kolayca dağıtıvermişti. Vekil hiçbir şey anlamamasına rağmen yaşlı adama yanıt verdi:
“İçin rahat olsun amca. Önümüzdeki birkaç hafta içerisinde bu konu bakanlar kuruluna taşınacak. Biliyorsun kabinemiz baştan aşağıya bir değişim geçirdi. Önemli değişiklikler oldu. Böylece devletin en tepesini canlı tutmuş oluyoruz. Bizde rehavete, tembelliğe yer yok.”
Soruyu soran yaşlı adam, vekilin dediklerinden hiçbir şey anlamamasına rağmen anlıyormuşçasına başını salladı. Vekil de dizginleri, başından beri elinden bırakmadan konuşmasına devam ediyordu. Dış borçlar, krediler, faizler, fındık fiyatları, doğalgaz zammı, yollar, belediyeler vs. vs. Soru soran pek olmuyordu. Vekili zorlayan ise neredeyse hiç yoktu. Her şey vekilin kontrolü altındaydı. Bu da gayet normal. Yapılan çok basittir aslında. Bir ay buyunca yalvarıp durursunuz, sonra yalvarttıklarınıza hükmedersiniz. Kaliteli sesler yükseltmemeleri için basit televizyon ve haber yayınlarını çoğaltır, bunların karşılığında medya patronlarına ihaleler verirsiniz. Halk bu yayınlarla otomatiğe bağlanır. Kendi kendine ürettiği bir şey yoktur. Sorduğu sorular dahi, televizyonda görüp dinlediği gazetecinin sorusunun aynısıdır. Halk kelepçelenmiştir ve bu kelepçeler seçimlerde bile çözülmez. Cumhuriyet, halkın kendi kendisini yönetmesi değil; halkın, kendini yönetme yetisinin başkalarının eline vermesidir.
Kahvehane ahalisi halen bir milletvekili görmenin şaşkınlığı içinde dinlemeye devam ediyordu. Durumdan rahatsız olan bir tek krem renkli paltolu adam gibiydi. Krem renkli paltolu adam, artık iyice dayanamaz olmuş ve bu saçmalıklarla dolu ortama bir son vermek amacındaydı. Dayanamayıp ayağa kalkarak, milletvekili tam da gayri safi milli hâsıladan söz ederken araya girdi:
“Pek muhterem vekilim, peki ya aşk? Aşk ne olacak?”
Etraf buz kesti. Aslında kimsenin bu sorudan bir şey anladığı yoktu. Hatta bu soru onlar için ahmakça bir soruydu. Buz kesilmelerinin nedeni, bir milletvekiliniz sözlerinin sabote edilmesiydi. Aradan, “Aha, başladı yine”, “İlla ortalığı karıştıracak”, “Bilseydim böle yapacağını sokmazdım kahveye”, “Kırk yılın başında bir vekil geliyor, onun da konuşmasını kesiyor”, gibi sesler yükselmeye başladı. Vekil renkten renge girmiş, iyice sinirlenmişti. Bu tam bir densizlikti. Korumasına bir göz işaretiyle emir verdi. Koruma da krem renkli paltolu adama koşarak sağlam bir yumruk indirdi. Krem renkli paltolu adamın burnu kırılmış, dişleri dağılmış, ağzı kanla dolmuştu. Sonra da koruma devirdiği bu adamın yakasından tutarak dışarıya çıkardı ve öylece bıraktı. Herkes, hiçbir şey olmamış gibi vekili dinlemeye devam etmek amacıyla ona döndü. Vekil de sözlerine devam etti: “Ah, evet, tamam. Gayri safi milli hâsıla…”
Edebifikir