Prof. A., (Adını tam olarak vermememizin nedeni, bu anının şahsiyetine ve bilhassa kariyerine zarar vermesini istemeyişimizdir.) ve onun bir numaralı yardımcısı, Arş. Gör. Cemil T. (Bize göre parlak bir akademik kariyer vaat etmediğinden dolayı adını vermemizde bir sakınca yok fakat yine de şahsına olan saygımızdan ötürü soyadını vermeyeceğiz.) genel bir sosyolojik araştırma hasebiyle ellerinde valizler, yaz güneşinin altında kavrulan Mardin’in Midyat ilçesine vardılar. Cemil T. etrafa şöyle bir göz atarak, valizleri usulca yere bıraktı. Doğruldu, ellerini beline attı, sıcaktan kurumuş dudaklarına bir dil darbesi attıktan sonra Prof. A.’ya dönerek:
– Ne yapalım hocam? Biraz gezelim mi yoksa bir otele yerleşip dinlenelim mi?
Cemil T. bu gibi ikili durumlarda karşısındakine sorduğu sorularda, istediği seçeneği hep ikinci sırada söylerdi. Kendince akıllılık yapıp, karşısındakinin kararını etkilemek niyetinde olurdu. Bu sefer de bunu yapmıştı. Cemal T.’nin canı fena halde hemencecik otele giderek yatıp uzanmak istiyordu.
Prof. A. parmak uçlarıyla asil bir şekilde kelini kaşıdıktan sonra Cemil T.’ye dönüp:
– Aslında biraz gezsek güzel olur. Açıkçası ben o kadar yorgun hissetmiyorum kendimi. Sen yorgun musun?
– Hayır değilim.
Profesör önde, Cemil T. arkada, tekerlekli valizler de Cemil T.’nin arkasında, gümüşçülerden başlayarak bir oraya bir buraya tüm Midyat’ı dolanıp durdular. Prof. A. bir türlü yorulmak bilmiyor, Cemil T. onun arkasında, yorgunluktan ve susuzluktan mahvolmuş köleler gibi sürüklenip duruyordu. Sürüklenirken de Prof. A ile alakalı aklından pek hoş sözler geçirmiyordu.
Güneydoğu’nun bu sıcak memleketinde, hem de bu mevsimde ve bu saatte dışarıya çıkıp dolaşmak hiç de akıl kârı değildi. Ancak Profesörün dur durak bilmeyen araştırma ve gezme merakı dinmek bilmiyordu. Uzun bir sokakta yürüyüp, birden bir yerlere sapıyor, dinmek bilmeyen enerjisi ile Cemil T.’nin canına okuyordu. Cemil T. yorgunluğa, susuzluğa ve sıcaklığa daha fazla dayanamayıp soluk soluğa hocasına:
– Hocam. Yürümeye devam edelim mi, yoksa şu küçük gölgede biraz dinlenelim mi? He, ne dersiniz?
Cemil T.’nin soluk soluğa, çatlamış dudaklarıyla rükû pozisyonunda sorduğu bu soru, Profesör’ü dinlenmeleri hususunda ikna etmeye yetmişti. Babacan tavırla, küçük bir gölgeliğe yürüyerek:
– E hadi dinlenelim bakalım, dedi.
Profesör ve Cemil T. duvar dibindeki gölgeliğe oturup, dinlenmeye koyuldular. Cemil T. sıkılgan bir biçimde eline bir çalı almış toprağı eşeliyordu. Profesör A. ise gömleğinin cebinden çıkardığı sigarayı tellendiriyordu.
– Hocam bir şey diyebilir miyim?
Profesör, Cemil T.’ye bakmadan, dumanı dudaklarından ağır ağır bir fabrika bacası gibi gökyüzüne salarak yanıt verdi:
– De bakalım.
– Sizce de biraz başıboş gezmiyor muyuz? Gidip dinlensek, yarın erkenden kahvaltımızı yapıp dinç bir şekilde dolaşsak? Daha iyi olmaz mı?
Profesör kafasını Cemil T.’ye çevirdi, gülümsedi:
– Bunu en başından neden söylemedin?
Cemil T küçük bir çocuk gibi tekrar çalıyla yerlerde bir şeyler çizerek,
– Ne bileyim, dolaşma isteğinize karışmak istemedim.
Profesör, tütün cızırtısını duymaya çalışarak çektiği dumanı dışarıya tekrar usulca saldı ve Cemil’e sigarasını bitirdikten sonra kalkacaklarını söyledi.
Sigaranın bitmesi dakikalar sürdü. Sanki inadına yavaş içiyordu. Zaman ilerledikçe Cemil T.’nin canı iyiden iyiye sıkılıyordu. Sonunda Profesör A. sigarayı bitirdi ve izmariti yere atıp üzerine bastı. Profesör A, izmaritin hemen yanında, tek kordonu yırtık terliğin içinde yaralı bereli, esmer bir çocuk ayağı gördü.
– Kalacak yer lâzım abi?
Profesör A, dudağının sağ kenarını daha fazla gererek, ukala bir biçimde gülümsedi:
– ‘Lâzım ne olacak?’ dedi. İzmaritin üstüne bir kez daha bastı, yetmediği gibi üzerinde bir de yaylandı. Gülümsemesini kesmeden, ‘otelin mi var senin bakayım?’ diye devam etti.
– Benim yoktur abi. Babamın var. Böyle oda oda. Hem de ferah böyle mis gibim. Akşam camı bir açıyorsun, üff.
Cemal T., oturduğu yerden gözlerini kısarak
– Klima var mı peki? dedi.
Çocuk hemen cevap verecekmiş gibi ağzını açtı ama hemencecik odalarda klima olmadığını hatırladı.
– Çıks, klima yok.
– Hımm.
– Ama fırıldak vardır böyle kocaman, tavanda asılı. Rüzgâr gibi yapar içerisini. Süper olur.
Çocuk sıska esmer kollarını genişçe açarak uzun uzadıya fırıldakı anlatıp dururken Profesör A. ve Cemil T. göz göze geldiler. Profesör tekrar çocuğa dönüp kemik fışkıran omzunu tutup,
– Neyse o zaman. Biz bir düşünelim bakalım.
– Tamam abi.
Çocuk, pansiyonun yerini tarif edip hızla koşarak (terlikleriyle toz çıkartmayı ihmal etmeden) oradan uzaklaştı.
– Ne yapalım Cemil? Gidelim mi oraya?
– İsterseniz gidelim. Ama çok sıcak olur. Kavruluruz gece.
– Aslında gece serin olur bence buralar. Nem yok, bir şey yok.
Cemil T, tamam diyerek ayağa fırladı ve valizlerin saplarını artık nasırlaşmaya başlayan avuçlarına tekrar aldı, peşi sıra sürüklemeye başladı. Birlikte, çocuğun gösterdiği pansiyona doğru yola koyuldular.
***
Profesör A ve Cemil T, yüz elli metre kadar yürüdükten sonra, jandarma karakolunun hemen yanı başında bulunan pansiyona girdiler. Pansiyon, senelerdir boyası yapılmamış, beyaz renkte, enlemesine uzun, üç katlı dikdörtgen bir binaydı. Bu bina, cumhuriyet döneminde inşa edilen diğer tüm binalar gibi insana güven hissi vermiyordu. Pansiyonun dar merdivenlerini çıkarken Cemil T.’nin içine çoktan bir huzursuzluk çökmüş, göğsünde bir daralma hissetmişti.
Resepsiyona vardıklarında, 37 ekran bir televizyonun karşısındaki kırmızı kadife koltukta, göbeğinde televizyon kumandası ile kır saçlı, gür siyah bıyıklı, irice bir adam uyukluyordu. Profesör öksürerek adamı uyandırmayı düşündü ama olmadı. İkinci sefer daha şiddetli bir öksürük denedi ve adam olduğu yerden sırtüstü kalmaktan kurtulmuş bir böceğin çabukluğuyla bir adımda Profesör A.’nın ve Cemil T.’nin yanına vardı. Ellerini birbirine kavuşturarak konuklarını selamladı:
– Buyurun, buyurun. Hoş gelmişsiniz. Oda mı lâzım hemen ayarlayayım? Profesör A. yanıt verdi:
– Evet, oda lazım. Geceliği ne kadar?
– 40 lira kadar.
– Nasıl Cemil, iyi mi fiyatı?
Cemil dudaklarını kıvırdı, ellerini iki yana açarak:
– İyi yani. Çok pahalı değil açıkçası.
– Değil yahu değil. Çok değil tabiî ki, diyerek araya girdi pansiyon sahibi. Çok olur mu hiç. Bakın ne güzel yer. Gece de serin olur rahat edersiniz. Fırıldak da var, hem o da rahatlatır.
– Evet, fırıldak olduğunu biliyoruz, dedi Cemil. Adam, kafasını hafif eğerek nasıl yani dercesine baktı.
– Bir çocukla karşılaştık bugün. Esmer, sıska bir oğlan. O anlatmıştı.
Adam, birden aydınlandı ve ağzını açarak gülümsedi:
– Ha evet, benim oğlandır o. Bakmayın sıskadır mıskadır ama cin gibidir maşallah. Fişek gibi bir orada bir burada.
Profesör A, evet diyerek konuyu tekrar oda meselesine getirdi:
– Demek 40 lira. Pekala, o zaman tutuyoruz bu gecelik. Alın bu da kimlik kartım. Cemil, sen de ver kimliğini beyefendiye.
Pansiyoncu adam kimlikleri aldı, isimlerini deftere not etti. Arkasındaki raftan odanın anahtarını aldı, Profesör A.’ya uzattı ve oğlunu çağırdı:
– Ahmet!
Patır patır ayak sesleriyle üç ya da dört saniye içinde o sıska çocuk buraya geldi.
– Ahmet, oğlum bunlar misafirler bu akşam. Sen 7 numaralı odayı göster, ben de peşinden valizleri getireyim, haydi.
Önde Ahmet, arkasında Profesör A., Cemil T., pansiyonun sahibi ve valizler, hep birlikte bir üst kata çıkıyorlardı. Pansiyonun sahibi büyük bir hevesle nefes nefese valizleri peşinden sürüklüyor, basamakları çıkarken de bu sıradan pansiyonun özelliklerinden, yatakların rahatlığından, uydu yayınından vs bahsediyordu. Bir üst kata geldiklerinde merdivenin hemen kenarında bulunan 7 numaralı odanın önünde durdular. Cemil T.’nin gözü, diğer kata çıkan merdiveni kapatan demir kapıyla, bu demir kapının dibinde duran bir güvercinin ölüsüne takılmıştı. Şaşkın şaşkın bir güvercine, bir kapıya bakıyor, demir kapının aralığından yukarıdaki perdelerin garip renginin ne anlama geldiğini kestirmeye çalışıyordu. Profesör Cemil T.’ye baktı:
– Ne oldu Cemil, gelsene.
– Geldim hocam.
Pansiyon sahibi hâlâ bir şeyler anlatmaya devam ediyordu.
– Ben hemen aşağıda olurum. Gece bir ihtiyacınız olursa seslenin uyanırım ben. Uykum hafiftir.
Ahmet çarçabuk kapıyı açıp Profesör A. ve Cemal T.’yi içeriye buyur etti. Burası sıradan bir pansiyon odasıydı işte. Kahverengi bir komodin, beyaz çarşaflı bir yatak, televizyon ve “fırıldak”.
– ‘Teşekkür ederiz’ dedi Profesör.
Pansiyon sahibi ve oğlu gülümseyerek selam verdiler ve kapıyı kapatıp gittiler. Profesör A. ve Cemil T. baş başa kalmışlardı. Profesör yorulmadığını belli edercesine bir şeyler okuyor, Cemil T. ise kafasına giren ölü güvercinin tedirginliğiyle hafif bir uykuya dalıyordu.
***
I.
Cemil T., mışıl mışıl uykuya dalmış, tatlı rüyalar görürken büyük bir bağırış çağırış duyarak uykusundan uyandı, yatağının üzerinde olduğu gibi dikildi. Cemil T., uykunun mahmurluğuyla gürültüyü anlamlandırmaya çalışırken, gözleri odanın içerisinde Profesör A.’yı aradı. Fakat Profesör A. ortalıkta yoktu. Profesörün yatağının üzerindeki notu gördü Cemal T. Notu eline aldı ve okudu: “Ben yiyecek bir şeyler almaya gittim, geleceğim yarım saate.” Pansiyonun içerisindeki bağırış çağırış devam ediyordu. Odanın beyaz boyaları atmış, tahtakuruları tarafından delik deşik edilmiş kapısı vuruldu, Cemil T. kapıya koştu. Kapıyı açtığı anda karşısına, beli silahlı, iri yarı kalın kaşlı bir adam dikilmişti. Adam, sonuna kadar çatarak Cemil T.’yi yakasından tuttuğu gibi yukarıya kaldırdı. Onun arkasından da pansiyon sahibi yalvaran gözlerle bakıyordu.
– Burada mı lan o sürtük?!
Cemil T.’nin gözleri şaşkınlıktan çakmak çakmak olmuştu. Kolunda, bacağında derman kalmamıştı. Yanıt verebilmek için yutkundu, derin bir nefes aldı ve güçlükle:
– Ha hangi sürtükkk?
– Abi o daha yeni geldi haberi yok bir şeyden, diye araya girdi pansiyon sahibi.
Adam, sinirden dudaklarını büzüştürdü, avucunun içiyle Cemil T.’nin göğsüne vurarak onu yatağa fırlatıp odadan uzaklaştı. Pansiyon sahibi de Cemil T.’ye “sorun yok sorun yok” diyerek adamın arkasından gitti. Cemil T. neye uğradığını şaşırmıştı. Uyumuş, uyandığında belalı bir adamın kolları arasında bulmuştu kendisini. O güvercin ölüsü, üst kata çıkılmasını engelleyen demir kapı, o perdeler… Kesinlikle burası pek tekin bir yer değildi. Aceleye mi getirmişlerdi otel işini? Çok yorgunlardı, bir karar vermeleri gerekiyordu. Ama olsundu. Memleketin ta neresine gelmişken, düzgün bir yerde kalmaya özen göstermelilerdi. Profesör? Profesör nerede kaldı ki? Cemil T. telaşa kapılmış, öylece olduğu yerde dona kalmıştı ki bir silah sesi duyuldu. Cemil T.’nin korkudan gözleri karardı ve bayılarak yere düştü.
II.
Profesör A., yatağına not bıraktıktan sonra mutlu mesut, bir şeyler almak için sokağa çıktı, etrafa bakındı. İlk gördüğü büfeden kendisine üç paket sigara aldı. Sonra da hemen pansiyonun karşısında bulunan, bu memlekete göre lüks sayılabilecek pastaneye girdi. Onu genç bir kadın karşıladı. Profesör vakur bir tavırla ama neşesini saklamadan birkaç poğaça, birkaç açma, birkaç da kurabiye istedi. Kadın kurabiyeleri doldurduğu esnada Profesör A’.nın yüzüne bakmadan gülümseyerek:
– Turist misiniz sorması ayıp? dedi.
Profesör o sırada duvarda dizili olan tablolara bakıyordu. Kadının sorusunu duyunca çevik ve birazda yaşına yakışmayacak bir artistlikle topuklarının üzerinde kadına döndü. Genelde bu tür soruları cevaplamaktan hoşlanmayan profesör, kadının gülümsemesinin hoşluğuna kapılarak kendini cevap vermek zorunda hissetti:
– Eh, sayılır.
Profesör’ün cevap vermesi kadının daha da gülümsemesine sebep oldu.
– Nerede kalıyorsunuz peki, kalacak yer bulabildiniz mi? Buralarda pek güzel yerler yoktur.
– Açıkçası doğru ama şuradaki pansiyona yerleştik bu gecelik.
Kadını tedirginlik kapladı. Sesi birden şefkatli bir ton aldı:
– Hangisi? Şu karşımızda olan pansiyona mı?
– Evet?
– Allah kolaylık versin.
– Nasıl yani?
Profesör bu cevaba anlam verememişti fakat bunu pek de umursamadığı söylenemez. Kadın, siparişleri torbaya doldurdu, profesöre uzattı. Profesör dalgın dalgın pastanenin dışına çıktı. Önünden hızla bir araba geçti, arabanın arkasından sağlam bir küfür etti ve bir silah sesi duyuldu. Profesör heyecanlandı, bayılarak yere düştü.
Ortalık birden karıştı. Meydandaki herkes silah sesinin geldiği yeri bulmaya çalışıyordu. Beyaz bir şahin tozu dumana katarak meydandan uzaklaştı. Bu karışıklık içerisinde karakoldan fırlayan jandarmalar, pansiyona doğru koşuşturmaya başladılar.
Profesör A. ve Cemil T., ayıldıklarında kendilerini karakolda buldular. Biraz bekledikten sonra jandarma komutanının odasına çağırıldılar. Komutan hürmetle onları ayakta karşıladı ve masanın yanındaki koltuklara buyur etti. İkisinin de irileşen gözleri, önlerine konan çaya dikilmişti. Bir müddet sessizlikten sonra komutan, onların şoktan tamamen çıkmasını beklemeden hadiseyi açıklığa kavuşturmaya koyuldu. Kaldıkları yer Cemil T.’nin de sonradan fark ettiği üzere pek de tekin bir yer değilmiş. Bazı hoş olmayan şeylere ev sahipliği yapıyormuş. Katil, burada çalışan kadınlardan birine meftun olmuş. Kendisiyle gelmesini, başka bir şehre gideceklerini söylemiş ama nafile. Kadın ikna olmamış. Bazı şeyler alışkanlık halini alıyormuş. Kadın da bu sebeple adamla gitmek istememiş. Belki de yüzlerce kez yalvarmış kadına fakat bir türlü ikna edememiş. İşte sonunda da bu olmuş, o adam kadını tak diye vurmuş.
Profesör A. ve Cemil T., hâlâ olayın etkisinde, birbirlerine bakıyorlardı. Önlerindeki çaydan bir yudum bile almamışlardı. Komutan olayın ayrıntılarını anlattıkça anlatıyor, bu anlatılanlar Profesör A.’nın ve Cemil T.’nin kafasını allak bullak ediyordu.
O gece komutan onları kendi evinin damında misafir etti. Profesör A. ve Cemil T., yastığa başlarını koyduklarında kendilerini bir türlü uykunun kucağına bırakamadılar. Gözleriyle uzayın derinliklerine dalıp tüm olanları hafızalarına yedirmeye çalıştılar. Sonra Profesör A.’nın aklına o çocuk ve pansiyon sahibi babası geldi, durumlarının ne olduğunu düşündü. Aklına bir şey gelmedi.
1 Yorum