29 Kasım 2012 Perşembe günü, Rıza Can Ermiş’e yazdığım cevaba, mukabil bir yazıyla cevap aldım. Kıymetli yazarımız, benim öne sürdüğüm fikirleri reddedip kendi fikirlerinde ısrar ediyor. Açıkçası yazıyı okuyunca Rıza Can Ermiş dostumuzla anlaşabileceğimizi düşündüm, samimî bir üslûpla yazılmış bir metin vardı karşımızda. Hasmane bir tavırla yazılmayan, iyi niyetle kaleme alınmış bu yazı, beni fikirlerimden vazgeçirmedi. Konuşmayı biraz daha sürdürüp bazı hususları vuzuha kavuşturmaya gayret edersek beraber bir kavrayış sahası açmak belki mümkün olacak ikimiz için de.
Önce kadın meselesine bakalım. Kıymetli dostumuz, yorumunda ifade ettiği görüşü daha ileri taşımış: Allah Rasulü’nün (s.a.v) risaletine kadar bütün dünyada kadının hemen hemen aynı sosyal mevkide olduğunu iddia ediyor. Farklı coğrafyalardan verilen örneklerle desteklenmeye çalışılan bu iddia acaba doğru mu?
Bir kere, cari olan sosyal durumun içerisinden kadınların dâhil olduğu bir uygulamayı alıp buradan müstakil bir “kadın meselesi” çıkarmak bizi hataya sürükler. Batı’da, kilise sonrasında gelişen anlayışla araştırma yapanların ortaya koydukları malzemeden, şu veya bu ideoloji diye ayırmaksızın bütün ideologların faydalanmayı tercih ettiklerini görüyoruz. “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında Friedrich Engels, kadınların ya da erkeklerin egemen olduğunu savlayan cinsiyet temelli tasnifleri kullanıyordu. Ama sadece Engels mi kullanıyordu? Hayır, kıymetli dostumuzun eleştirdiği ve benim de hiç sevmediğim Liberal ideologlar da bu “modern” tasnifi kullanmaktan çekinmiyorlardı. Aynı bilgilenme havzasından konuşuyorlardı. Diyalektik fikir üretme yolunu yalnızca Sosyalist fikir adamları benimsemişti? Yine hayır! Batı Avrupa’da palazlanan medeniyetin nasıl yükselmesi ve ne yönde istikamet tutturması gerektiği konusunda ihtilaflı olmaları aynı kaynaktan beslendikleri gerçeğini örtmüyor ki!
Kadının sosyal durumun tarihî seyrini konuşurken, o sosyal durumunu arz eden tablonun tamamına bakarak meseleyi anlamaya çalışmak gerektiği kanaatindeyim. Biz kâfirlerin düştüğü hataya düşmeyelim. Bugün Etiyopyadediğimiz, dünün Habeşistan’ında, Fenike alfabesine benzer bir alfabe kullanıyormuş vaktinde. Tifinag adı verilen bu yazıyı, yalnızca kadınların öğrenme ve kullanma hakkı varmış. Şimdi buradan ne anlamalıyız? Tifinag yazısını kullanan Tuareg halkının anaerkil bir halk olduğunu söyleyip arkamıza rahatça yaslanabilir miyiz? Yoksa erk kavramı üstüne düşünmeye, cinsiyet kavramının insan tasavvurundaki macerasına dalmaya ve oradan da kâfirlerin yaptığı anaerkil ve ataerkil şeklindeki tasnifin kofluğuna ve zihni daraltan sığlığına gelebilecek özgüvene sahip miyiz? Ben Rıza Can’da bunun vuku bulacağına inanıyorum. Kendisine de bunu teklif ediyorum. Bu meseleyle ilgili son bir şey: Azteklerde, Mayalarda ve İnkalarda vuku bulan kadının misafire sunulması meselesinin, aynıyla Eskimolarda olduğunu bir filmden öğreniyoruz. 1960 yapımı “Vahşi Masumlar”da. Bu kurgu mu diye bakıyorsunuz, gerçekten vakıa olarak Eskimolarda yer etmiş. Şimdi coğrafya bakımından birbirinden uzakta olan bu toplumlarda cari olan bu uygulama, bu toplumların kadınları nezdinde bizim gördüğümüz gibi aşağılayıcı bir şey miydi? Yani kadının kötü durumu dediğimiz şeyi, o kadınlar nasıl karşılıyordu? Ben buradan, “O kadınların durumu kötü değildi” diye bir sonuç çıkarmak için bu akıl yürütmelerini yapmıyorum. Mesele şu: İnsaniyet dediğimiz şey ile beşeriyet dediğimiz şey niye iki ayrı kavram, bir düşünelim.
Beşeriyet ve insaniyet diye aynı şeyi kast ediyorsak niye iki ayrı kavram var? Demek ki bir fark var. En azından bu iki kelimenin istinat ettiği mana itibarıyla ayrıldığı bir yer var, bir ince ayrım var. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bakarsınız, iki kelime de aynı kapıya çıkıyor. Fakat ben burada, bu kelimelerin köklerine bakarak o nüansı yakalayabileceğimizi düşünüyorum. Beşeriyet kelimesi “et, etten kemikten yapılmış olma, insan bedeni” manasını taşıyor temelde. Fakat “insaniyet” kelimesinin kökü “ins” ile ünsiyet kelimesinin kökü “üns” arasında akrabalık var. Ünsiyet kesb edebilen bir varlıktan söz ediyoruz. Buradan, beşeriyetin derece derece olduğunu ve bir kısmının ünsiyet kesb edebildiği ölçüde “insan” olduğunu veya insanlık derecesini yükselttiğini anlıyorum ben.
Rıza Can Ermiş dostumuzun naklettiğine göre Karl Marks demiş ki: “İnsanım, olabildiğince bu gibi sıfatlardan arınmış herkesle eşit bir insan.” Bunu niye demiş, kendisine yöneltilen “Nerelisin?” sorusuna cevap olsun diye! Şimdi Marks böyle bir laf etmiş mi bilmiyorum, ben okumadım fakat Rıza Can Ermiş dostumuzun nakletmesini yeterli bir delil sayıyorum ve itimat ettiğim için bunun üzerinden konuşabileceğimi düşünüyorum. Şimdi Marks’ın lafını ettiği hangi insan? Yani Marks bu lafı ederken Almanca’daki “Mensch” lafını mı kullanmış. Yoksa İngilizce’deki “human” diye söylenen “insan”ı mı kast etmiş? Diyeceğim şu: Karl Marks, insan derken bir Müslümanın yani Rıza Can’ın, benim anladığım şeyi mi kast ediyordu? Yoksa “mannlich”ten kök almış bir “Mench”ten mi bahsediyordu?
Öte yandan, Marks böyle laflar etmiş olsa bile biz onun “Alman Yahudisi” olmaktan sıyrılabildiğini kabul edebilir miyiz? Mümkün mü böyle bir şey? Çocuğum eğitim alabilsin diye Lutheryen gözüken ve on üç yaşına kadar oğluna kendi eğitim veren bir adamın çocuğudur Marks. Mücerret, yeryüzünün her yerinde aynısından bulabileceğimiz bir insan var mı ki Marks kendisini bunlarla eşit kabul etsin ve onları sevsin, onların iyiliği için çalışsın vs. Yukarıda izahını yaptığım beşeriyet ve insaniyet meselesine geleceğim. Marks’ın kendini eşit saydığı beşerin derecesi neydi acaba? Yani “İnsanlar kısım kısım” diye bir laf Türkçede, fakat aynı zamanda insanlar derece derece. Bütün insanların birbiriyle eşit olduğu yalanını bir kenara bırakırsak birbirimizi anlayabilmek için müsait bir imkân yakalamış oluruz. Böylece “inanıyorsak üstün olduğumuzu” anlayabiliriz.
Bütün bu lafları niye ediyorum? Marks’ın berbat bir adam olduğunu ispat etmek için mi? Hayır. Karl Marks dakâfirlerin içerisinde derecelerden bir dereceye sahipti. Kesin bildiğimiz bir şey var ki iman sahibi olma şerefine ermediği için Müslümanların altında bir dereceye sahipti. Belki karısını misafire ikram eden bir Eskimo gibi “hayvan” hayatı yoktu. Fakat nihayetinde, derecesi belliydi. Bunda mutabık olduğumuzu düşünüyorum Rıza Can Ermiş’le. Ne dersin kıymetli Rıza Can Ermiş?
Bir diğer mesele kâfirlerin arasında derecelendirme ile uğraşmak işimiz olmalı mıdır? Yani liberaller, faşistler, sosyalistler vs. Yani bunu yapmamız ne gibi bir manası var. Bunların yaptıkları işleri, niyetlerini ve vakti zamanında insanlık tarihi içerisindeki serencamlarını bilelim, buna elbette itirazım olmaz. Fakat bunlar arasında “itibar edilecek kâfir”, “itibar edilmeyecek kâfir” diye bir tasnife gitmemizin ne manası var? Yani bu konuda gayretkeşliğin bizim, Müslümanların nesine gerek? Ha şu var, anlaşılan o ki Rıza Ermiş dostumuz da ben de Liberallerden fena halde nefret ediyoruz. İşte bir mutabakat noktası daha bulduk. Fakat Faşistler konusunda anlaşamayız gibime geliyor. Her neyse…
Sevgili Rıza Can Ermiş, Marks’a takılmış olan bizler değiliz, bilakis sensin. Kıymetli dostum, biz bu adamın bu işler içerisinde tuttuğu yeri görüyor, biliyor, teslim ediyoruz. Bu adama ayrıca bir kıymet atfetmenin manasız olduğunu söylüyoruz. İşte bu konuda da mutabık olalım diyorum sana. Olalım mı, ne dersin?
İlgili yazılar:
https://edebifikir.com/yazilar/elestiri/ben-kendim-icin-bakmiyorum/1363
https://edebifikir.com/yazilar/elestiri/demal-ocen-marksa-haksizlik-mi-etti/1371