Paranoyak

On iki… On üç… On dör… yok, o sayılmaz. Melamin kapının altına vuran karartılar bazen yanıltıcı. Temizlik arabaları da tıpkı insan boyları gibi. Cılız bir karartı bırakıyor yerde. Ayırt edemiyorum. Kauçuğun fayansa bıraktığı hafif gıcırtı ile tekerleklerin tıkırtısı arasında ıskaladıklarım oluyor. Bu geçit töreninde ben ayakkabılarımı bulamıyorum. On dört. On beşte gelir. Saate bakıyorum. Yelkovan aynı noktada sallanıp duruyor. Hayırsız. Neyse ki güneş saatini biliyorum. İçeriye dolan bir avuç ışık hayatın başladığını gösteriyor. Odamın penceresinin yarı kanatları aralık. Motor sesleri, kuş cıvıltıları ve adını seçemediğim gürültüler birbirine karışıyor. Birazdan gelirler. Merak ediyorlar beni. Önemli olduğumu hatırlatıyorlar, bakıyorlar şöyle bir: Yatağımda mıyım, yerde sürünüyor muyum, yastığa kafamı gömmüş müyüm, bilmek istiyorlar. Bazen anlamıyorum onları. Hatta çoğu zaman. Vücuduma bakıyorlar sürekli. Yara vardır, kaşındırır; kanar, diyorlar. Farkında olunmaz ve beyne sıçrar, koparır hayattan. Oysa ben usul usul tüm yaraları kaldırıp altına baktım bir ara. Bu dünyadan elimi eteğimi kesebilecek bir şey yok. Eminim. Sonra ellerimi bağlıyorlar. Herhalde onları sorgulamamalıyım, yaptıklarını anlamalı ve insanlık için ne kadar kıymetli olduğumu kabullenmeliyim. Bu yüzden bana dair ne varsa bilmek istiyorlar. Neyse ki bedenim dilimin ucuna gelenleri söyleyebilecek yetenekte. Çözüyor her şeyi. Bana gerek kalmıyor.

On beş.

İçeriye dışarının o serin havası yerleşiyor. Yine geldi bizim ihtiyar. Aslında pek de ihtiyar sayılmaz. Şen bir adam. Görseniz, siz de karşısında dişlerinizi göstermek zorunda kalırsınız. Sımsıkı kapatılmış dudakların bile arasından çeker, çıkartır kahkahayı. Bu lakabı ben taktım, tıpkı onun her gün yanıma geldiğinde: “Bugün nasılız ihtiyar!” dediği gibi. Ama şimdi iştahsız. Bakışları solgun. Yanındaki iki kızı tanıyorum.  İki aynı boy, aynı kıyafet, hafif ton yapılan makyaj… Bir Çinlinin bir diğer Çinliye benzemesi gibi burada her şey. Arada yeni insanlar geliyor. Giyimleri diğerlerine benzese de bakışları far görmüş tavşan gibi. Belli ediyorlar kendini. Sonra çabucak alışıyorlar bana.  Zaman, benzemek için kullandıkları bir yarış sanki. Önce alışan kazanıyor. Kulak kabartıyorum. İhtiyar, kıza pencereleri sonuna kadar açmasını söylüyor. Bugün temizliğini halledelim odanın! Bana bakıyorlar. İhtiyarın yakası bozuk duruyor, önlüğü lekeli. Kızlara bilmediğim kelimelerden bir şeyler fısıldıyor. Yüzümü çeviriyorum. Aşağıda tiz bir ağlama sesi.

Yatağım pencerenin hemen kenarında. Bir telaş var dışarıda. Yorgun. Bıkkın. Yine de özledim her şeyi. Ben de katılsam? Ayakkabılarımı bulamıyorum. Sedyeli koşuşturmacalar arasında ürpetici bir his. Kalbimin atışları hızlanıyor. Alnımda sıcacık ter. Sakin ol! Sakin ol! Sakin ol! Ben ölümün o karanlık ağını kendim dikeceğim. Sıradan bir ölüme lâyık olmadığımı herkes biliyor. Etlerim lime lime edilip yakıldıktan sonra dağların tepesine savrulmak gibi mesela. Yahut iki büyük taş arasında ezilip taşın kalbinden kanamak. Evet, yapabilirim bunu. Bir taşa kalp olup tam ortasından kanayabilirim. İnanılmaz bir haz duygusuyla. Lâkin dünya, benim tasarladığımdan daha renkli bir ölüm tasarlıyor. Hatta şu karşı binayı görüyor musunuz? Mavi. Binamızla aynı boyda olan. Aramızda yirmi metre var yok. O binanın üst katına maskesiz bir katil çıkıyor ara ara. Uzun uzun dalıyor önce. Aradığını kapı deliğinde görmüş gibi coşkulu. Kendi penceresinden bizim dairenin penceresine doğru yirmi metrelik ip atıyor. İpin ucunda kanca asılı. Atıyor ve takılıyor. O ip üzerinden odaya doğru bir ip cambazı gibi geçiyor. Neden mi bu kadar zor? Profesyonel bir katil çünkü bu! Kapıdan giren katille dolambaçlı yollardan gelen katil bir olur mu?

Pencerenin kenarına doğru adım adım yaklaşıyor. Ne hikmetse dikkatimi sadece hasır ipe tutunan parmakları çekiyor. Zayıf, gerdirilmiş et sarısı renginde. Tırnaklarının da güzel olabileceğini umuyorum o anda. Pencere açık. İçeri atlıyor. Beyaz takım elbiseli. Cesur bir renk seçimi. Üstünü silkeleyip eldivenlerini takarken gözlerini bedenimde gezdiriyor. Bir kimsesizlik, sahipsizlik, acıma hissiyle. Kararlı. Cebinden silah, levye, çakı çıkarmıyor.

“Son bir isteğin var mı?” diyor.

Yıllarca planladığım bu anda ne diyeceğimi unutuyorum. Ne isteyecektim? Ya da isteyecek bir şeyim var mıydı? Ben gidince aklı bende kalacak? Denizin dibinde kavanoza saklanıp silinmeyen bir duygu? Yok.  Bakışlarından müzikal bir anlam sızıyor. Yatağımın kenarındaki fişe uzanıyor, huzur verici bir biçimde çekiyor. Emin olmak için birkaç kere ayak ucumdaki yastığı kafama basıp soluğumu kesmeye çalışıyor. İşi biliyor olmak ne güzel! Bayılmış gibi yapıyorum ben de. Yaşlı birini öldürmenin ne kadar kolay olduğuyla göneniyor o da. Yaşadığım her anı hissetmek istiyorum. İbnü’l vakt. Bedenimi yataktan kaldırıp fayansın üzerine çekiyor. Konsolun üzerindeki kolonyayı alıp tüm vücuduma döküyor. O dinlendirici limoni koku… Sonra bir kibrit çakıp fırlatıyor üzerime. Evi yakıp, arada bir çıkıp seyretmeli dedikleri… Muhakkak böyle bir şey. Mavi parlaklık sonrası yerini kıpkırmızı alevlere bırakıyor. Kâğıt gibiyim ya kısa süre içinde sönüyor alev. Küllerimi bir pet şişenin içine koyup yeni yapılacak bir caminin çimentosuna karıştırıyor. İlginç olan şu ki camiye yıllarca kimse gelmiyor. Oysa ben yeni ekilecek bir tohumun üzerine dökülmek isterdim. Büyüdükçe büyüyeyim göğsünde. Ama olmuyor. O beyaz gömlekli, maskesiz adam benim istediğimi yapmıyor! Pet şişesine sığdırıyor sürekli. Bazen asfalta, bazen göğe serpiyor. Söylüyorum gelince. Dilimi bilmiyor. Ben de, içimde mayalanıp duran ölümleri anlatıyorum yanıma gelip giden birkaç kişiye. Beyaz adam yanlış yapıyor; o camiye, o çimento yığınına yıllarca kimse gelmiyor, konuşun onunla diyorum. Toprağa döksün beni. Ama yok, sanırım insanlarla aramda bağlan(a)mamış iplikler var. Her yer yumak yumak. İçimi kopkoyu bir sessizlik kaplıyor. Neriman hâlâ gelmedi.

Pencere camına yansıyan gökyüzü Neriman’dan bir iz taşır gibi.

On altı… Duvarlarda iri çatlaklar açılmış. Birkaç damlacık sımsıkı tutunuyor tavana. Arada yanımdaki gibi tane tane damlıyor. Sahibine söylesem iyi olur. Sahi, bu oda kimin? Ne zaman getirildim buraya? Hatırla, hatırla… Neyse, ne fark eder? On yedi. Neriman değil. Hemşire Gamze. Onun sırası mıydı şimdi? Refleks üzere saate bakıyorum. Bir ileri bir geri gitmeye çalışıyor. Oysa tutukluk giderilse, takıldığı noktadan hareket edecek. Gamze… Niye geldi? Yanında iki hizmet görevlisi ve genel temizlik malzemeleri. On sekiz, on dokuz. Yüzüme bakmıyorlar. Sanki sıkıca tembihlenmiş. Noktalanmış bir şeyler.  Odanın pencerelerini silmeye, ufak tefek çöpleri toplamaya başladılar. Gamze elimin üstüne yumuşak elini koyuyor. “Nasılsın Kaptanım!” diyor. Bu kızı seviyorum. Kaptanlığımı, mavi denizci kıyafetimi, deniz üstünde sabahlanan günleri ve yüzümü yalayıp geçen o rüzgârı anımsatıyor. İyiyim ben Gamze, bomba gibiyim. Ama ayakkabılarım kayıp gördün mü, diyorum. Evet, diyorum.

“Seni çok iyi gördüm.” diyor yutkunarak. Öyleyim tabiî. “Gözün aydın birazdan kızın gelecek!” Yoksa Neriman barıştı mı benimle? Kapıyı çekip çıkarsan affetmem, kızının yüzünü bir daha göremezsin, demişti Neriman. El kadar çocuk. Şimdi görsem? Tanır mıyım? Kim bilir nasıl büyümüştür. Kapıyı çekip çıktığım da kimseyi tedirgin etmeyeceğimi düşündüğüm yaşlardaydım. Arkada kim kalmış ne önemi var! Denizlere, okyanusa, beni çağırıp hayata dalga dalga tutundurmaya çalışan o sonsuz maviliğe gidelim, dedim. Hanım, olmaz, dedi. Olmaz! Çocuk küçük. Yarın bir gün okulu var, suyun üstünde nasıl hayat kurarız, dedi. O dişi kuş gibi düzenini bir ağacın gövdesine yapıp tüm ömrünü orada sonlandırmak isterken, ben su kaplumbağası gibi sırtımda taşımak istiyordum nefesimi. Anlamadı. Ben de onu anlamak istemiyordum. Yirmi bir numaralı bir tekne buldum. İçine kıyafetlerimi, plastik mutfak eşyalarını, deterjan malzemelerini yerleştirdim. Küçük bir kulübe oluşmuştu çoktan. Sonra o hayal dünyası bana daha büyük hediyeler sundu. Yürüyünce, yol kendiliğinden açılıyordu. “Kızın seni çok özlemiş.”

Doktor Vefa bey, telaşlı bir şekilde odaya girdi. Kapı açık kaldı. İlginç. Saat durmuş ve hava halen aydınlık. Oysa doktor Vefa Bey yatmadan önce son kontrol için gelirdi. Defterdeki notlara bakar, vücudumu inceler, giderdi. Yirmi. Yanında biri daha var. İncecik beden, masmavi gözler, kemikli eller. Neriman, o iki ağır göz kapakları arasında yıllar sonra yeniden karşımda gibi. Ağlasam? Belli belirsiz bir duygu kıpraştı kalbimde. Bu özlem şarkıları gibi buruk ve yorgundu. Kızımın gözleri kıyısına sertçe vuran dalga gibi. Su yürümeye başlamış, yaşamın toprağına gömdüğü baba duygusuna. Gamze, kocaman bir gülümseme ile beni süzerken sakin bir hamleyle kateterleri çıkartıyor. “Birazdan çıkıyorum doktor bey!” Kızımın yanında çekingen bir kız çocuğu.  Gözüm kapının kenarına bırakılmış çöp poşetine takılıyor. Ayakkabılarım? Eskimiş miydi, küçük mü geliyordu, ya da hiç giymiş miydim geldim geleli? Bilmiyorum. Doktor, kızıma bir dolu tıbbi terimle bir şeyler anlatıyor. Hiç kuş konmamış bir bahçe gibi geliyor sesi. Yanıma gelip parmaklarıma dokunuyor. Dokundukça, bana dair bir tomurcuğu yaşatır gibi hissediyorum. Dallarım uzanıyor, uzanıyor, beni altında dinlendiren bir ağaç oluyor sanki. Bir anlık. Pencereye bakıyorum. Katil aynı gülümsemesiyle oracıkta. Doktorun ne dediğini duymaya çalışmak için gözlerimi kapatıyorum. Dudaklarının arasından istediğim sözcükleri cımbızlamak zor. Yine de küçük kelimeler takılıyor kulağıma: “Fişi sizden sonra çekeceğiz.” Odanın kasvetli havasına aykırı bir ses çınlıyor: “Anne, bu amca kim? Neden yatıyor?”

Yirmi bir,

Çocuk sütten.

Sinem Çağlancı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir