Ölüm Odur ki Diriltsin

Birkaç gün önce, sonradan Mümtaz İdil’in kaleminden çıktığını öğrendiğim bir yazıya denk gelmiştim. Başlığı şöyleydi: “Hemingway intihar etmedi kendini öldürdü.” İster istemez bir an düşünmekten kendimi alamamıştım. Zira o an için “intihar etmek” ile “kendini öldürmek” arasında herhangi bir fark göremiyordum. Ancak yazıyı okuyunca netleşti her şey. Öyle insanlar vardır ki yaşayış ve ölüşleriyle dili ve kavramları parçalar, alt üst eder. Eş anlamlıların arasını bozar, zıt anlamlıları dağarcığın karmaşık yollarında kol kola gezintiye çıkarır, deyimlerin canına okur. Bugün böyle bir insandan bahsedeceğim. Ölmemiş; fakat eskilerin deyimiyle “irtihal-i dar-ı beka eylemiş” bir insandan…

Görmezden gelinmeye o kadar müsaitti ki… Odasındaki herhangi bir kitap veya bardak, ondan daha çok dikkatleri üzerine çekebilecek gücü haizdi. Onu sıra dışı kılan, zamanının onca “Farkın olsun!”, “Sen özelsin!”, “Başarı, buradayım, diyenlerindir!” slogan ve komutuna rağmen öne çıkmayan, sükûtun kollarında büzüşmüş bir adam olmasıydı. İşte derdim onu gördüğümde, “hatırlanmak tutkusuna karşı koyabilen bir er”. Kaldırımdaki herhangi bir taştan farksız o sönük fakat (bilinçsizce) güçlü bir şekilde hissedilebilir duruşuyla, unutulmak korkusunun ödünü patlatabilen bir kahraman.

Bir dakika! Sahi, der miydim tüm bunları? Yalan! Hiçbir şey hissetmezdim ona dair. Hayatımın herhangi bir yerinde yoktu. Az önceki palavralarım; duymuş, hissetmiş olmayı istediğim şeylerdi sadece. Evet, onu gördüğümde, bunları demiş olmak isterdim, hepsi bu.

İş yerinde odalarımız karşılıklıydı. Koridorda karşılaşıp göz göze geldiğimizde tebessüm eder, hal-hatır sorardı. Ben de beylik lafları sıralardım… Bazen, işimde iyi olduğumu ima eden şeyler söylerdi. Ben, teşekkür ederdim. Bazen de iltifata girişir, gururumu okşayıcı sözler sarf ederdi. Yine teşekkür etmekle yetinirdim çoğu zaman. Bu kadar! Gözlerimin içine bakarak yapardı bunları. Gözlerinin içi gülerken…

Hayata, insana, kavramlara, düşünce ve imgeye dair anlamlar ve ayrıntılar avlamakta, onları biriktirmek ve kullanmakta vücut bulduğunu zanneden ben, ona karşı kayıtsızlık ve ilgisizlikle muazzam çelişkime kat çıkıyordum habersizce. Ve o, bir gün olsun bunu ima etmiyordu bile. Çünkü bir karşılık beklemediği aşikârdı. Daha doğrusu, benden… Ben, onun beklediği karşılığı verebilecek ne konum ve hüviyette, ne de had ve güçteydim. O, adına “Allah rızası” denen, dilden düşmeyen fakat künhüne ancak nadiren mazhar olunabilen imrenilesi bir amaç uğruna yaşıyor gibiydi. Daha doğru bir ifadeyle; meğer öyle yaşıyormuş…

Ve o gün… Mesele o olunca her bir detay, onun en belirgin vasfına bürünmüştü sanki. Diğer günlerden farksız bir günde, sıradan bir habermiş gibi kulağımı dolduran uçucu seslerle aldım vefat haberini. Sarsılmıştım. Zira ilk defa telefon rehberimde kayıtlı birinin göçüydü karşı karşıya olduğum. İstesem, numarasını arayabilir, mesaj gönderebilirdim. Bu denli hayatımda olduğunu ancak o zaman anlayabildim. Nasıl bir insandı ki varlığıyla yok, yokluğuyla birden bire var olmuştu benim için. Tuhaf ama işte o an girmişti hayatıma. Etrafımdan kulağıma çalınan sohbetlerin hepsi onun üzerineydi:

– Nasıl olmuş?
– Sorma, kaza!
– Vah yazık!
– Ne de gençti!
– Hem de yakında düğünü varmış.
– İnna lillâh…
– İnşallah cennette eder düğünü.
– Âmin!
– Ne iyi insandı!
– Âlim hasletleri vardı di mi?
– Hilm sahibiydi, güzel ahlâklıydı…
– Nazik ve kibardı da…
– Cenazesi?
– Yarın… Namazın ardından memleketine…
– Vah vah!
– …

Oturduğum yerden doğruldum. Merdivenleri çıktım. Odasının önünden geçip odama girdim. Kendimde, bakışlarımı o yöne çevirecek ne cesaret ne de güç bulabildim. Çünkü orada karşıma dikilecek olanın, devasa, ürpertici bir boşluk olacağını biliyordum. Bilmenin, deneyimlenmediği takdirde bilmemek hükmünde olduğunu da biliyordum Allah’tan. Baksaydım o yöne, o boşluk, dev bir volkan gibi tüm sinir uçlarımda patlayacak, püskürttüğü hiddetli lavlarıyla iliklerimi kaynatacaktı. Elimi kolumu bağlayacak, beni oracıkta dize getirip anlayacaktı. Evet evet, en dayanılmazı bu olurdu; beni anlama tehlikesi. Katı kalpliliğimi, körlüğümü, hissizliğimi… İlle de hâlâ iç dünyamda tepinmekte olan ölüme karşı hissettiğim bu anlamsız uzaklık hissimi…

 

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • HÂCE , 08/11/2019

    Allah bir kalbin şifasını yine başka bir kalbin içinde saklar. Keşke kalbinizin kapılarını pencerelerini merhumun sinesindeki nura açabilseydiniz de kendinizi o şifadan mahrum etmeseydiniz ! Ben olsam ölmeden ölene değil de ölmeden gömülme ihtimalime ağlar dururdum.

  • Bir fani , 29/08/2019

    “İslam’ı öyle diri ve sağlam yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin. ”
    Sezai Karakoç
    Merhum abimizde İnşeAllah yaptığı amellerle insanların ruhlarına İslam’ın rayihasını değdirecek.Allah rahmetiyle muamele etsin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir