O Belde

Ben, abim, yani Rimbaud, ablam yani Ingeborg, Ingeborg Bachmann, bir de küçük kız kardeşim Didem, Didem Madak… Güneyde, çok güneyde, masallarda ki güneyden de güneyde bir liman şehrinde bir balıkçı kayığında, durgun bir rıhtımda yıllardır bekliyorduk. Çünkü  yıllardır, abimi ve bizi çağıran bir sesin peşinden sürüklenip duruyorduk. Tam bitti galiba derken yine gece yarısı, hafif bir rüzgârla beraber, derinden o çağrıyı duyardık; “Rimbauud! Rimbaauuud! Rimbaauuuudd!” Gece ay ışığında teknemiz tatlı tatlı sallanır, rüzgâr yelkenimizi okşar, abim  yine uykusuz yine kederli, hep güneye bakardı. “Rimbauud! Rimbaauuud! Rimbaaauuuudd!” Bu ses, bu esrar, bu bizi bilen ve derinden yakalayan şey…

Kayığın ucunda ayağa kalkıp saatlerce o mâi denize bakan abim, akşama kadar bir ilahi güç tarafından tutulmuş gibi kala kalır, gün batımında  mırıldanırdı: “Nerdesin?” Biraz sonra ablam defterine bir şeyler yazardı; “Kocaman bir denizin açıklarına sürüklendiğini büyük bir korkuyla görüyorum, ama kendime bir gemi inşâ edip seni kaybolduğun yerden geri getireceğim.”, “Ooh Paul, şimdi nerdesin?” Kız kardeşim Didem, kazağının yenlerine başını gömüp ağlar, yalnızca rüzgârın duyacağı bir sesle fısıldardı; “Annecim, nerdesin?” Ben baygın bir halde ortalarında yığılıp kalır, kendi kendime sorardım; “Nerdesin?”

Yine bir gün, saatlerce güneşin altında kalmıştık. Kayığımız başıboş bir şekilde sürekli hareket ediyordu. Kayığın kenarına çarpan dalgaların çıkardığı tatlı sesler eşiğinde, muttasıl, ufka doğru ilerliyorduk. Derken uzaktan bir sandalın geldiğini gördük. Yavaş yavaş bize yaklaştı. En önünde, ayakta duran piri fani bir derviş, bir şahin gibi gözlerini Rimbaud’a dikmişti. İyice yaklaştı. Artık teknelerin ucu hafif dalgalarla hareket edip birbirine dokunuyordu. Abim ve yaşlı derviş uzun bir müddet hiç konuşmadan göz göze kaldılar. Derviş başka bir âlemden gelmiş gibiydi.  Hiç bir ses çıkarmadan abimle konuşuyor gibiydiler. Sonra artık işi bitmiş gibi, sandalı yanımızdan akıp gitti. Abimin yüzü ışıldıyordu. Ablam Ingeborg da sevinmişti, kız kardeşim Didem Madak da.. Aradığımız şeyi bulmuş muyduk? Peki ama benim niye haberim yoktu?

Rüzgâr esmeye başladı. Küçük yelkenimiz şişti. Yoksa… Yoksa… O “bir nehr-i dûr ile mahdûd”  beldeye mi gidiyorduk? Aman Allah’ım!  Derken, dönüp üzgün bir şekilde bana baktılar; ben oracıkta öldüm, bu dünyada kaldım. Onlar şimdi “O belde”de…

Tahir Tarık Balıkçı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir