Mürekkep Düşünceler

 “Eğer bir serçe konarsa pencereme
onun varlığına katılır ve kumu didiklerim.”
John Keats

Odamın duvarında bir çatlak peyda oldu. Önceleri çok küçüktü, umursamadım. Günler geçtikçe biraz daha açıldı, yayıldı, suyun toprak üzerinde yerini bulması gibi yerini buldu. Genişledi. Dört duvarın dördünü sardı. Başladığı yere kavuştu. Bir kapalı kutunun içindeymişim de üst taraftan kapağı açılacakmış gibi… Tavanın ne zaman açılacağını ve benim ne zaman bu kutudan çıkacağımı düşündüm. Sadece bir hareket kalmıştı. Bir el tavanı kaldıracak ve buradan çıkacaktım. Beklemekle ilgili bir sorunum yok. Beklerim. Hatta bana olmayacağını söyleseniz bile biraz üzülürüm belki ama yine beklerim. Bu kendiliğinden olur, içimde bir umut belirir, toprağından çıkar, filizlenir, yeşerir, büyür, çiçek açar, meyve verir. Hiçbir orak, hiçbir bıçak kesmeye yeltenmez umudumu. Öyle sağlam bir inançla bekler dururum. Bu sefer de öyle/öylece bekliyorum işte. Bir el tavanı kaldıracak ve ben buradan çıkacağım.

Birkaç kez bu çatlakların üzerini kapatmaya uğraştım. Tablolar astım. Bir de duvar saati… Durum daha da garipleşti. Yelkovanın gösterdiği yerden çatlaklar başlıyor, tablonun içindeki ağacın dallarına yayılıyor ve tablodan tek çizgi halinde çıkıyor; diğer tablodaki insanların arasına karışıyor, girdiği her çerçevede manzaranın keyfini çıkarıyor, tekrar kendi kendine kavuşuyordu. Durduk yere bir saat ve birkaç tablo ile, post modern bir kompozisyon oluşturmak garip hissettirdi bana. Tabloları da saati de attım kenara. Çatlakları alçı ile doldurup üzerini tekrar boyamayı denedim. Biraz zaman geçince aynı noktadan tek çizgi halinde ve gittikçe çoğalarak yine kavuştular birbirlerine. Duvar kâğıdı ile üzerlerini kapattığımda çatlakların bulunduğu bölgede şişlikler oluştu. Bir kabartma desene dönüştüler. Ne yaparsam yapayım çatlaklardan kurtulamadım. Aklıma gelen her yeni fikir, çatlakların yok olmasından ziyade değişime uğramasına neden oldu. Tüm fikirlerimin, denemelerimin boşa çıkacağına ikna oldum. Sadece çatlaklar var şimdi. Böylesi daha doğal ve çatlaktan başka hiçbir anlama gelmiyor.

Ev sahibine sordum bu çatlakların nedenini, bina yerine oturuyordur, dedi. Bu bina eski değil mi, yıllardır ayakta beklemiş de şimdi mi oturası tutmuş, dedim. Biraz sessizlik oldu. Sonra “Asıl Cevabı Veremeyecek Her İnsanın Verdiği Standart Cevaplar Arşivi”nden bir dosya seçti, parmağını gezdirdi kelimeler üzerinde. Birinde durdu ve “Eh, ancak oturmuştur tabii!” dedi. Eh, ikna oldum. Sağ olsun çok yardımcı olur bana. Odada fare çıktığında da “Mümkün değil benim evimden fare çıkması” gibi çok mantıklı bir cümle kurmuştu. Ben de, zaten sizin evde çıkmadı rahat olun, benim oturduğum evde çıktı, demiştim. Yine bir sessizliğin içinde kalmıştık bir süre. Fare ilacı göndermişti sonra. Benim aldığım fare ilaçlarının yanına koydum ev sahibinin gönderdiğini de. İşe yaradı. Fareden kurtulduk. Benim aldığım ilaçla mı yoksa ev sahibinin gönderdiği ile mi kurtulduk, o belli değil. Ben yine de teşekkür ettim ama ev sahibine. O kadar emek verdi sonuçta.

Duvardaki çatlakları bir nebze olsun unutmak için -ki insan bir şeye takıldığı zaman kendini o konuda çok iyi hipnotize edebiliyor, bence bu huyumuzu iyi şeylere yöneltmemiz lâzım- bir kafes ve kafesin içinde bir kuş getirdim odama. Belki konuşmayı öğretirim, anlamsız da olsa bir iki kelimeyi arka arkaya getirince mutlu olurum. En azından odamda benden başka bir ses olur. Çünkü bazen, çatlakları dinliyorum gözlerim kapalı. Görmemek ve takılmamak için kapattığım gözlerim, görevi kulaklarıma devrediyor. Çatlakların içinden düşen toz tanelerine kadar duyabiliyorum. Ya da uyduruyorum tüm bunları. Kulaklarımı da tıkarsam belki kokusunu alabilirim. Burnumu da tıkarsam ağzımın tadı değişebilir. En iyisi ağzımı da kapatmalıyım çünkü ben bu iç konuşmaları haddinden fazla uzatıyorum.

Geldiği ilk günden itibaren sadece bir kafes gördüm. İçinde kuş olduğunu görebilmek için kafese yaklaşıp tabanına bakmam gerekiyordu. Başını dahi kaldırmadan yere tünemiş korkuyla bekleyen bir kuş görünce neden böyle davrandığını anlamadım. Odada korkacak bir şey yoktu. Çatlaklar bile o kadar korkutucu değildi. Arada bir başını çeviriyor, tek gözüyle bana bakıyor ve tekrar eski halini alıyordu. Kötü biri olduğumu düşündüm. Kuş da olsa hissiyatı olan bir canlı benden niye korksun ki? Kimseye zararım yok. Evimdeki çatlaklara bile kötülük yapamadım, onlar kazandı malum. Hiç kıpırdamadan öylece beklemesinden o kadar etkilendim ki kötü olduğuma ikna oldum. Hatta kafesin başında bekleyen biri olarak zalim bir gardiyan olabilirdim. Bir kuşu kafesiyle birlikte bir odaya hapsetmek iki kere hapsetmek sayılabilirdi. Ben de en azından iyi biri olduğumu görmesi için onu pencerenin kenarına koydum. Sokağı seyreder, mutlu olur, belki!

Evet, kesinlikle kötü biriyim. Bir gardiyanım. Siyah giyimli, simsiyah düşünceleri olan bir gardiyan. Kafesin içindeki bir kuşa, hiç uçamayacağı gökyüzünü göstermek bir yere hapsetmenin ötesinde psikolojik işkencedir. Yanına gelip bir de “Bak gökyüzü, sokaklar ne kadar güzel, şuradaki ağacı görüyor musun, o ağaca her gün onlarca kuş konar, dallarında sallanır durur, tabii sen bunu hiç yapamayacaksın.” deseydim işkencenin dozunu arttırmış olurdum. Kuş haklı, kötü biriyim ben. Hastalığımı kabul ediyor ve iyiye yönelmek için adım atıyorum. Hapisha… kafesin parmaklıklarında asılı duran yemlikten biraz yem alıp kuşun önüne doğru atıyorum. Parmaklarımın gelişini takip ediyor ve zıt yöne doğru kaçıyor. Aynı parmaklıklardaki suyu da kafesin tabanına alıyorum. Yemeksiz, susuz kalmasın. Parmağımla dokunmak istiyorum, kesici bir aletten kaçar gibi ne yana döneceğini şaşırıyor. Kafesin köşesinde sıkışıp kalıyor. Gidecek bir yeri kalmayınca kanatlarını açıp uçmaya yelteniyor. Korku çok kötü bir şey, imkânsızı mümkün gösterebiliyor. Kaçacak yeri olmayan bir kuş için bu çırpınma sadece zaman ve enerji kaybı. İyi ki yemini ve suyunu tabana indirmişim. İyi ki… İyiyim… Değil mi?

Evinde kuş besleyen birkaç kişiye danıştım. İlk başlarda sizinki de geldiği odayı yadırgadı mı diye. Kimse kuşlarının ilk geldiği zamanı hatırlayamadı. “Standart arşiv”den cevaplar verdiler. Bir komşumuzun evindeki kuş sofra kurulduğunda yemeğe katılıyordu mesela. Bir başkası şarkıya eşlik ediyordu. Sahibi ile top oynayan bile vardı. İmreniyordum. Sorular bana yönelmeye başlıyordu sonra: Konuşuyor mu, omzuna konuyor mu, ortalıkta koşuyor mu, garipliğe şaşıyor mu, engelleri aşıyor mu, sırtını kaşıyor mu ve gittikçe… sana alışıyor mu? Ben cevap veremiyordum. Sanırım bizimkinin kendine göre bir hayatı vardı. Yüzüme dahi bakmadığı, kafesin tabanından ayrılmadan günlerdir beklediği bir hayatı. Onun bana değil benim ona alışmam gerekiyordu.

Odanın tabanına bakıyorum uzun zamandır. Duvardaki çatlaklar sinirimi bozmaya başladı. Hâlbuki varlıklarına alışmıştım. Alıştığımı her gün zihnime hatırlatmam gerekiyor sanırım. Yoksa her şeyi baştan alıyor zihnim. Bir umut filizleniyor mesela bu çatlakların kapanabileceğine dair. Bir mürekkep damlası yayılıyor zihnimin orta yerine. Yayılıyor, genişliyor, çevresinde küçük kılcal damarlar oluşuyor, bu damarlar sinir uçlarımı ele geçiriyor. Olmayacak şeylere inandırıyor beni. Tekrar tekrar kapatmaya çalışıyorum çatlakları. Hâlbuki vazgeçmiştim. Kafesin tabanında bir kuş, arada bir korkuyla bana bakıp duvarla ne alıp veremediğim var, anlamaya çalışıyor. Bence o da beni anlamaya çalışmayı bırakmalıydı. Bu mürekkep düşünceler onu da ele geçirmiş olmalı. Bu arada duvardaki çatlaklardan bir bölümü uçan bir kuş şeklini aldı. Cansız kuş, canlı kuşa meydan okuyor artık. Çatlakların araları genişliyor. Arada dengemi kaybediyor, sarsılıyorum. Çatlaklar daha da genişliyor. Sarsılmalar artıyor. Kafesi pencerenin önünden aldım. Odanın tabanına koydum. Nasılsa ikimiz de tabandayız. Sarsılmalar şiddetleniyor. Kafesin içindeki kuş benden korktuğu yetmezmiş gibi bir de duvarlardan gelen gürültüden, çatlaklardan sızan ışıktan korkmaya başladı. Korkunun en şiddetli anında kasıldı vücudu. Ayakları gerildi. Gözleri büyüdü ama kapanmadı. Nefes alışları sıklaştı. Vücudu yana düştü. Bir gözü bana bakıyor şimdi, istemeden de olsa.

Yıkılacaktı zaten. Kaç defa söyledik. Dinlemedi. Birini bekliyorum, o gelince gideceğim merak etmeyin, diyordu. Tek katlı ev ama çok eskiydi. Duvarlar çökmüş ilk önce, evet. Tavanı kaldırınca ulaşabildik. Kafese sarılmış haldeydi. Korumak istedi sanırım. Elimdeki kafes onundu, evet. Kuşcağız çok korkmuş belli ki. Tabanda başını kaldırmadan bekliyor hâlâ.

Ömer Can Coşkun

 

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Dünya evi , 16/12/2023

    Yani içimden bir ses kusura bakmayın ama hiç de iyi değildi diyor… İnsan oğlu işte, yeni, tertemiz, penceresinde çiçekleri olan bir eve çıkabileceğine inanmıyor. Şehirde başka ev yoktu derseniz de ben inanmam. Size hicret etmeyi öğrenmek çok önceden öğretildi… Yazık bir kuşu da hapsetmezdiniz. Kendinizi de öldürmezdiniz. Bir de umudunuzu övmüşsünüz umut çatlamış ve çökmeye yüz tutmuş bir evin içinde bir çiçek gibi yerde büyütülen birşey değil. Umut nedir diye sormayın bana. Bilmiyorum. (Tahminlerim var) Ama zaten bilsem de anlatmazdım. Ama eğer tertemiz çiçekli bir bahçesi olan bir eviniz olsaydı ve gel bir çay içelim şu çardakta deseydiniz gelir ve umuda dair şiirler anlatırdım. Siz ölmeyi seçtiniz. Ölmeye karar veren birine kesin bir neden sunamıyor kimse. Herkes neden yaşayacağını kendisi buluyor, kendisi umut ediyor, kendisi seçiyor. (Dur herhalde) Bilmiyorum. Bilsem de herhalde söylemezdim…

  • nur cihan , 11/12/2023

    hikâye, bağlantıdaki kısa filmi hatırlattı.
    https://youtu.be/5EgczLW7O7A?si=B8cpwx9CxS_zZFfP

  • bay golyadkin'in korkusu , 04/12/2023

    güzel hikâye

  • gölge , 04/12/2023

    “tavaf ettim kendimi bu akıl almaz bir hâldi
    delirmiş yüzlerimi topladım uysal günlerden”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir