Büyük bir gürültüyle yatağımdan sıçradım. Biraz kıvrak bir insan olsaydım geri taklamı atıp odamdaki cansız varlıkların canlarını çıkaracak şovumu sergilerdim lâkin uyuşuk ve bir o kadar da hantal biriyim. Bu sebepten ötürü şovum hezimete dönüştü ve kendimi eskimiş halının üzerinde buldum. Yatağımda ters dönmüş bir şekilde gürültüye gözlerimi açmış olsaydım, yerlerde sürünen bedenim eminim daha mutlu olurdu ama her şey istediğimiz gibi gitmiyor ne yazık ki!
Bir komodo ejderini andıran bedenimi süründüğüm halıdan kaldırdım ve üstümü başımı düzelttim. Böyle durumlarda üstü başı düzeltmek hayata mantıklı bir şekilde kanalize olmanın ilk adımıdır.
Odamdan dışarı çıkıp gürültünün kaynağını aramaya koyuldum. Arkadaşım Halit’in yumurta kırmak için tavayı almaya çalışırken dolapta ne varsa aşağı indirdiğini ve söylene söylene topladığını gördüm.
– Ne yapıyorsun Halit?
– Sence ne yapıyorum Sezgin?
Halit oldukça gergin bir ses tonuyla sormuştu bu soruyu bana. Bu soru üzerine aynı gerginlikte cevap verecek olursam kavganın fitilini ateşlemiş olacaktım. Yataktan düşmek, tavaları düşürmekten daha gergin bir gün başlangıcı ancak Halit’in bunu anlayacağını hiç sanmıyorum. Hayatımızdan gerginliği çıkaramayacağımız için en azından gerginliği hayatımızdan çıkarmalıyız diye düşünüp sakin kalmayı tercih ettim.
– Yumurtaları kırmış olsan çok kötü olurdu. Sakin ol, tavadır düşer.
– Git işine Sezgin, haydi!
Halit’in hayatından gerginliği çıkaramadığı gibi gerginliği hayatına ilmek ilmek işlemiş bir hali vardı. “Eyvallah” deyip salona geçtim. Telefonum bıraktığım masanın üzerinde, bıraktığım gibi duruyordu. Hayat bıraktığımız gibi değil ama bazı bıraktıklarımızı bıraktığımız gibi bulmak insanın içine anlamsız bir huzur bırakıyor.
Kanepeye oturup telefonu elime aldım. Oldukça fazla mesaj vardı. Hepsini açıp okumayı göze alamazdım çünkü boş vaktin de bir değeri olduğunu düşünüyorum. Açmaya değer bulduğum iki mesaj vardı. İkisinin temelinde de aynı duygu yatıyordu; merak!
İlk açtığım mesaj “Sırt kıllarınızdan bıktınız mı? Yaz tatiline parlak bir sırtla girmek mi istiyorsunuz? “Kıldöken” ilacı sayesinde dilediğiniz tatili gönül ferahlığıyla geçirin!” olanıydı ki yarısında kapattım. Birincisi benim sırtımda hiç kıl yoktu. İkincisi ise sırtında kıl olan insanlar tatile gitmekten çekiniyor muydu? Dünyanın en garip pazarlama stratejisiyle karşı karşıya kalmıştım. Gülüp geçmekten başka bir şey yapamadım.
Merakımı celbeden diğer mesaja gözümü kilitledim. Dünyanın sonunu getirecek bir tuşa basmak kadar anlam yüklü bir mesajdı bu.
Mesajı yollayan kişi bir süredir sonsuzluğun hayalini kurduğum kadın olan Mualla’ydı. İnsanların sonsuzluğu tek başına tahayyül etmesi deliliğin ilk adımı sayılabilir ama yanında biri olunca bu delilik sonu gelmeyen bir serenada dönüşebiliyor. “Sezgin ne diyeceğimi tam olarak bilmiyorum. Sana maddeler halinde birçok şey yazabilirim; istesem destan bile yazabilirim ama bunların hepsinin sonu aynı bitecek. Bu sebeple zahmete girmeden, sözü uzatmadan yazıyorum ‘Bitti!’”
Bir süre hiçbir şey yapmadan, nefes almadan, gözlerimi kırpmadan, parmaklarımı oynatmadan öylece kaldım. Mesaja bastığımda dünya aynı dünyaydı ama dünyam aynı dünya olmaktan çıkmıştı. Mevsimlerim tersine dönmüş; yazım kışa çevrilmişti. Oysa ben Mualla’yı böyle bırakmamıştım. O bana bir mesaj bırakmıştı; ben içime bir alev…
Neden sonra kendime geldim. Halit mutfağı toplamış kahvaltı masasını hazırlamıştı.
– Eline sağlık kardeşim. Masa çok güzel görünüyor. Döktürmüşsün yine.
– Afiyet olsun abi, hadi başlayalım.
– Halit senin sırtında kıl var mı? Ya da kıl olsa tatile gitmekten çekinir miydin?
– Şu tuzluğu uzatsana Sezgin, domateslere tuz atmayı unutmuşum.
Sanki kendimle konuşuyor gibiydim. Bir parçam kenara çekilmiş ve tüm olan biteni öylece izliyordu. Konuşmuyor, ağzını açmıyor; hareket etmiyordu neredeyse. Bir kelimesiyle yaşamış olduğum kriz moleküllerine ayrılacakken, kelimesizlik krizlerime krizler geçirtiyordu. Kafamı yavaşça eğerken o ilk harfi duyuyor ve heyecanla kaldırıyordum. Gözlerim ışıl ışıl olacakken “Tuzluğu uzatsana” tepkisini alıyor, deyim yerindeyse kör oluyordum…
– Buyur kardeşim.
– Eyvallah.
Halit’in tuzladığı domatesten bir parça aldım. Ağzıma götürdüm; çiğnedim ve yuttum. Her şeyi tatsız bulduğum gibi her şeyin de tadı kaçmıştı benim için. Hiçbir şey demeden masadan kalktım ve kendimi dışarı attım.
Geçtiğim sokaklardan, beklediğim ışıklara kadar her şeyde Mualla’nın izi vardı ve ben buna dayanamıyordum. Neden böyle oldu sorusunu ilk kez bu kadar içten sormuştum kendime. İlk olan şeylerin dayanılmaz bir ağırlığı olduğunu o zaman anlamıştım ve bu içimdeki ateşi harlayıp ormanlarımı yakıyor, evlerimi tarumar ediyordu.
Istırap benim için hiç bitmedi. Mualla varken huzurlu bir ıstırap yaşıyordum ve muazzam bir sakinlikle yaşamaya devam ediyordum. “Bitti” demesiyle ıstırabım artarken; sakinliğim yok olmuştu. Mualla’nın her şeye hakkı olabilirdi ama buna yoktu.
Evinin önüne gittim. Elimi cebime götürdüm. Ne olacaksa olacaktı artık. Her şeyi göze almıştım. Kaldırıma oturdum ve hiçbir şey düşünmeden dakikalarca penceresini gözledim. İlk etapta avazım çıktığı kadar bağırıp ortalığı ayağa kaldırabilirdim ama Mualla, benim sincap gözlü hisli çekirgem 19. katta oturuyordu. Desibel rekoru kıracak şekilde bağıracak olsam bile en fazla 7. kata sesimi ulaştırabilirdim.
Evlerin bu denli yüksek bir şekilde henüz hayatımıza girmediği zamanları yaşamış olan dedem bahçesindeki domatesleri sularken bana dönüp “Önceden erdemle dolu, şairane bir şekilde yeryüzünde ikamet eden insanlar, şu apartumanların çoğalmasıyla her şeyini bir bir kaybetti, artık erdemlerimiz yerini hasrete bıraktı güzel torunum.” Demişti. Dedem bu içli sözleri söylerken karşıdaki apartmana bakması dikkatimden kaçmadı çünkü anneannem sobalı evden bıktığını söyleyip karşı apartmanın 6. katından ev satın almıştı ve orada yaşamaya başlamıştı.
Dedemin hayatının son yıllarında yaşadığı şeyi ben hayatımın henüz başlarında yaşamaya başlamıştım. Ve dayanamayıp döner kapıdan binaya giriş yaptım. Güvenlik kontrolünden geçip resepsiyona geldim.
– Merhaba, buyrun..
– Bir zamanlar şairane bir şekilde yeryüzünde ikamet eden insanlar nerede acaba?
– Anlamadım?
– Mualla Beşer’e geldim. 19. kat daire 108.
– Kim geldi diyeyim?
– Sezgin Koral.
– Peki. Bekleyin lütfen.
– Yalnız telefonu açınca bana verir misiniz? Bir şey söyleyip gideceğim hemen. Kendisinin haberi var.
– Peki, bekleyin lütfen.
Yaklaşık 40 saniye boyunca aradı ancak karşı taraftan bir “Alo ya da efendim” gibi bir ses yükselmedi.
– Notunuz var mı? Kendisine ileteyim.
Söyleyeceğim çok fazla şey vardı ama teşekkür edip binadan ayrıldım. Uzunca penceresine baktım. Birlikte vakit öldürmeyi dört gözle beklediğimiz zamanlarımızı tek başına öldüren gözleri görmek için uzunca baktım. Sonrasında dolmuşa atladım ve eve doğru yol aldım. Yapılacak başka bir şey yoktu…
Süleyman Mete