Lütfen Acele Et Anne

Kerim Kolat , “karşıdan karşıya geçerken // eli bırakılan çocuklardık” şiirine şerh düşüyor âdeta.

***

Zifiri bir karanlık çökmüştü şehrin üzerine. Ay bile ışığını vermiyordu o gece. Gökyüzü kül renginde, sokak lambalarının dokunmadığı her yer karanlık ve pusluydu. Çay bahçeleri, gündüz ki heyecan ve hareketliliğini, gecenin tedirginliğine bırakarak teslim olmuştu. Sandalyeler masaların üzerine çevrilmiş, küllükler toplanmıştı. Orada burada pinekleyen birkaç köpeğin dışında, herhangi bir canlıdan söz etmek mümkün değildi. Gelişi güzel fırlatılmış birkaç konserve kutusu, uykuya dalmışlara nazire yaparcasına sinir bozucu sesler çıkarıyordu. Sadece sokak ışıklarının aydınlattığı yolda yürümeye devam ediyordu. Reklam panolarında gördüğü lâkin çok da aldırış etmediği mankenler, gecenin ürperti veren havası içerisinde canlanmış bekçiler gibiydi. Gecenin bilinmez ruhu onlara da dokunmuştu. Korktuğunu belli etmemeliydi. Ne zaman belli etse vücutları sabit olsa da, gözleriyle onu takip ediyor, camı kırıp kolları ile onu da kendi dünyalarına çekecekler zannediyordu.

Belli aralıklarla gelişi güzel dizilmiş taşların tam da ortalarına basarak yürüyordu. Kenar çizgilerine basmamalıydı. Bunun nedenini ise bilmiyordu. Böyle olmalıydı pekâlâ.

Parça parça aydınlanmış kaldırımlarda gölgesini görenler, yaşlı bir ağacın kökleri ile beraber yerinden çıkıp, derbeder, pejmürde bir şekilde dolaştığını düşünürdü. Yolun her iki yanında bulunan ağaç dizileri, bir pir-i faninin gelişi ile gösterilen hürmet misali başlarını eğmiş, ruhlarını el pençe sükûta bırakarak, kaplarına sunulacak feyzi bekliyorlardı. Sonbaharın vefasızlığına daha fazla dayanamayıp yerlere savrulan kuru yapraklar, bir kurtarıcının geldiği ümidiyle bir sağından bir solundan süratle uçuşarak mutluluklarını ifade ediyordu.

Her şey karanlığa esirdi o gece. Hayat adına hiçbir emare yoktu. Lâkin zihinlerde yaşam ve med-cezirler hiçbir zaman tükenmezdi.

Düşünceler düşünceleri körüklüyor, düşündükçe içinden çıkılmaz dehlizlere dalıyordu.

Özlediği, eksikliğini hissettiği bir şeyler vardı. Belki zamanın kendisiydi, kim bilir? Belki de hiçbir zaman anlayamayacağı ilahi bir sırrın kuşatmasındaydı.  

Belki de, ölüme yaklaşmanın çaresizliğiydi bu kibir kokan yürüyüş. Boynuna bir yafta acımasızlığıyla yapışan, idama mahkûm bir ümitsizin son bakışıydı gökyüzüne bu anlamsız arayış.

Kimi bekler bu kaldırım, neyi sorgular bu soğuk taş, neyin isyanı beynindeki bu uğultu?

Kim bilir?

“Bu kadar saçmalık yeter” diye geçirdi içinden.

Kaç bin insan senin yaptığın gibi sorgulamış da bir cevap bulabilmiş ki?

“Küçük bir inilti kesti gecenin soğuk sessizliğini!”

***

Geceleyin ses daha güçlü duyulur. Daha rahatsız edici ve kulak tırmalayıcıdır. Korkarsın, tedirgin olur, bir ceylan çaresizliği bile yaşayabilirsin yalnızsan…

Bu yüzden, gece bekçileri tabanları kauçuk tabanlı ayakkabılar giyer bu şehirde.

İşte, birkaç köpek başını kaldırıp, ortalığı kolaçan ettikten sonra yeniden uykuya daldı. Birkaç yabani kedi, çöplerin arasından çıkarak sağa sola yalpa yapıp ara sokaklarda kayboldu. Uzaklardan bir siren sesi gecenin sessizliğinde kayboluyor. Çok daha uzaklardan artarak devam eden köpek sesleri.

Rüzgâr anlık bir hareketle, kendisini bırakmak üzere hazırda bekleyen yaprakları yere savurdu.

Bunları çiğnediğinizde ayrı bir melodram dinlersiniz. Toplu bir çığlıktır onların ki.

Kaldırım ve mazgallar, kuru yaprakların toplu mezarıdır.

***

-Elveda meyhaneciiiiiii artık çalaaaaamıyooooruuuum / Bir başkayım bu akşaaaaaaam / Sarhoş olaaaamıyooooruuuum”

Karşıdan gelen bir sarhoşun sesiydi bu. Kelimeler boğazından zorlanarak çıkacak kadar sarhoştu ihtiyar.

Mezardan çıkmış bir zombi olabilir bu. Birazdan gözlerinin çevresi morarmış, dili dışarıda, ağzından salyalar akan, kolları yana sarkmış birisi ile tanışabilir. Hayır hayır. Notre Dame’ın Kamburu bu. Yerde sürünebilen bir gölge, korkutucu, hayalî, varla yok arasında, belki bir kendisi, belki bir şeytan…

Bu düşündüklerinin hiçbirisi değildi tabiî ki. Gecenin bu saatinde başka kim olabilirdi ki? Kimsesiz bir ihtiyar.

Yalpalayarak gelen gölge yaklaştığında, sol elinde tuttuğu, yarıya inmiş şarap şişesini sağ göğsüne götürerek konuştu.

-“Ne o delikanlı, benden daha dertli gibi yürüyorsun. Gecenin bu vaktinde senin gibi temiz yüzler pek olmaz bu sokaklarda.”

Başında kasketi olduğu halde birkaç adım önünde duran, ağzındaki sigaranın külü düşmekle düşmemek arasında gidip gelen, bıyıkları dudaklarından sarkmış, uzun boylu, zayıf adama adımlarını yavaşlatarak göz gezdirdi. Soru soran, gecenin bu beklenmedik misafirini bir süre süzdü solgun gözlerle. İhtiyar o kadar sarhoştu ki, gözlerini açmakta bile zorlanıyordu. Ayaklarına kadar inen, omuzları düşük paltosu emanet gibi duruyordu. Böyle bir gecede, bir yerlerden aşırıldığı aşikârdı.

Şarabından bir yudum daha alan adam sağ koluyla bıyıklarını silerek konuşmaya devam etti:

-“Ne o kızdın mı yiğit? Dertleşmek istemiyorsan ver bir çöp sigaranı da içip bir köşede uyuyayım ha ne dersin? Bak bu ağzımdaki son sigaram.”

Sessiz kalmayı tercih etmişti. Belki de o denli bir ruh hali içerisindeki bir adama göre çok şey anlatıyordu bakışları!

“Dilini mi yuttun be adam” diyerek sesini yükseltti. “Konuşsana”

İhtiyardan sıkılmış olduğu gözlenen orta boylu genç karşılık vermeden yürümeye devam etti.

Yaşlı adam  “Hadi bakalım yollan” diyerek yarım kalan şarkısını mırıldanıp yoluna devam etti;

“Aynı kadeh aynı meeeeeeey

Bir tat alaaaaamıyooooruuuuummm

Allah’ım bu nasıl şeeeyy…”

kargalar

***

Evinin bulunduğu sokağa girdiğinde,  kendisini küfürbaz eden, beynini ilmek ilmek kemiren soruları unutmak istedi. Sol eliyle ıslak saçlarını taradı. Yağlı ıslak saçları avuç içinde rahatsız edici bir yapışkanlık bırakmıştı. Çoktan günün sonuna gelmişti ve yeni bir güne başlangıç için uykuya dalanların arasına karışmalıydı bir an önce.

Adımlarını hızlandırarak bahçe kapısının önüne geldi. Demir kapı, ürperti veren bir gıcırtıyla açıldı. Kapının üzerinde kümelenmiş sarmaşıktan dökülen yağmur damlaları ne kadar da acımasızdı! Özellikle de ensesine düşenler bir hayli rahatsız etmişti.

***

Yorucu günün ardından güzel bir uyku çekmeliydi. İçeri girer girmez paltosunu astı ve hızla yatak odasına yöneldi. Divanın üzerine oturup kısa bir süre elleri dizlerinde olduğu halde soluklandı. Tahmin ettiğinden daha fazla yorgun olduğunu hissetti. Çoraplarını çıkararak komidinin yanına bıraktı. Gardırobu açıp kısa bir süre göz gezdirdikten sonra, pijamalarını alıp giydi. Yatağını hazırladı. Kitaplığa ve salonun ortasında duran sehpaya göz gezdirdi. Olur olmadık her şey vardı. Sade bir bekâr odası ancak bu kadar düzensiz olabilirdi. Bunları düzenleyip uyumayı çok isterdi ama yorgundu. Başucundaki kitapları biraz karıştırabilirdi. Herhangi birini eline aldı ismi çok önemli değildi.

Makyevelli / Hükümdar.

Bunu bırakıp diğerlerini sağa sola iterek bakındı.

Markiz / Yaban / Deli…

Dışarıdan bakan birisi onun bu kitapları ilk kez gördüğünü düşünebilirdi. Aylar önce birisinden birkaç sayfa, ondan üç-beş derken, hepsi, açmamış çiçekler gibi kalakalmıştı. Her akşam yatmadan tepesine dikilen bu kitaplar bir derviş sertliğiyle beddua ediyorlardı sanki. Yarım bırakılmış her kitap tren garında annesi tarafından unutulmuş bir çocuktur. Olduğu yerde bekler, ağlar. Kendisine yardım etmek isteyen herkesten, her şeyden korkar. Başı öne eğiktir. Kaşlarının altında hafif hareketlerle sağa-sola bakınır. Ne yağmurdan korunmak için gara girer, ne de rayların üzerinde oyun oynamayı düşünür. Nedense gözyaşlarını hep paltosunun sol koluna siler. Dudakları büzüşür de durulur. Alıp verdiği nefes, ona ayrı bir incelik, ayrı bir sır katar. Sadece annesinin onu bıraktığı yerdedir. Orada güvendedir, orada bir şeyler ifade etmektedir. Bilir ki; birazdan başında kundak yaptığı yazması, belden bağlamalı paltosu ile annesi dönecektir. Acele ile elinden tutup, koştura koştura eve gideceklerdir. O hep bekler, çünkü annesi gelecektir.

Uyumadan önce ellerini ve yüzünü yıkamayı âdet edinmişti. Terliklerini ayağına takıp lavaboya geçti. Yorgundu hemen uyumak istiyordu. Evdeki bu sessizliği dinleyip, boş duvarları izledikçe, bir yerlerde, güzel bir sabahın ve huzurlu bir gurûbun olup olmadığını düşünüyor fakat bir cevap bulamıyordu? Düşünmek, bir filozof tadında zevk vermiyordu. Aksine, fırtınalardan fırtınalara savuruyordu.

Yüzünü yıkarken bir yandan da bunları düşünüyordu. Havluyla kurulanırken aynada kendini dikkatle inceledi. Uzun kirpikler, hemen üstünde çizgili bir alın. Gözlerinin çevresi morarmış. Elleri titrek, sigaradan olsa gerek.

Az evvel ki ihtiyarda tren garında annesi tarafından unutulmuş bir çocuktu. Sarhoş da o gün ağladı sızladı. Raylar da oyun oynamadı. Dudaklarını büzüştürdü. Kaşlarını çatıp sağa sola bakındı, annesini aradı. Gözyaşlarını paltosuna kuruladı. Kendisine seslenenlere kulak vermedi.

Ama annesi gelmedi. Bu yüzdendi gecenin bir yarısında elinde şarabı, gönlünde bir hiç ile karşısına gelişi.

Aynada yaşlı ihtiyarın belli belirsiz siması belirdi. Belki de kendisi…

Hıçkırarak ağlamaya başladı. Sıktığı dişlerinin arasından son cümleleri döküldü.

Anne, ne zaman döneceksin. Lütfen acele et!

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir