Canan Aydın, Lir adlı öyküsü ile Edebifikir’de…
***
Cesare Pavese’ye..
Pavese, kırk üç yaşındaydı.
Kırk üç yıllık yaşamı boyu hayatında hiçbir kadın olmamıştı, bu yüzdendir ki çocuğu da yoktu. Yaratıldığından beri yaptığı yalnızca, ay’ı ve göğünü izlemek olmuştu. Tüm gün uykusuzca yapabilmek için bu işi, göz kapaklarını yerlerinden sökmüş, toprağa gömmüş ve tüm izlenceleri boyu serüvenler düşünmüştü. Işıklı ve kesintisiz. Çok zaman kravatsız, siyah takım elbisesinin içinde oturduğu pencereye dönük tahta sandalyede hafifçe bükülmüş sırtıyla, ellerinin arasına aldığı migrenli başıyla ve unutarak yalnız etten, kemikten insan sınırlarını sözcükten gezegenler kurmuştu. Paralelleri ve meridyenleri, oksijeni, ozon tabakası, galaksi boşluğu, yeri göğü, okyanusları, güneşi yıldızı, rüzgârı, sıcağı, fırtınayı, ormanları, her şeyi ve her şeyiyle birlikte sahici evrenler. Fakat tek bir şeyi unutarak daima: yer çekimini.
Kurma işini bitirir bitirmez, ay ışığı önce ellerine vururdu. Ardından ayakkabılarını, takım elbiseli gövdesini ve yüzünü yıkardı. Bu, daima böyle olmuştu. Tarihin tüm çağları boyu ay ışığıyla yıkanan bir başka âdemoğlu var mıydı? Evet, Firavun vardı belki ama piramitlerdeki mezarı yılda bir kez güneşten ışıklı çizgilerle dolsa da asla bu kadar mistik sayılmazdı. Hem, Firavun bir ölü adamdı. Pavese’yse gezegenleriyle birlikte tam içindeydi yaşamın. İstediği an seçtiği herhangi bir evrenin içinde bir başka biçimde var olabilirdi ama yine de kendisi olarak; çünkü ruhunu askıya asamıyordu, uygun bir fanus yoktu onun için, bulamıyordu. Çok nefesli bir koroydu, dayanılmaz bir hafiflikti ruhu ve o, ne yapabilirdi ki? Ve onun ne yapması mümkün olabilirdi? Göğsünü sökmesi gerekirdi. Belki de göğsünü kafesinden sökmeliydi. Ama hep bilmişti özgürlük yoktu, hiç olmamıştı. Bu yüzden kafesleri parçalamak boşunaydı.
Gözleri, sözcükleri bile cisimleriyle görmüş olan gözleri, hiç dinlenmiyor, hiç uyumuyor olmaktan asla sıkılmamış olsalar da kimi zaman, imkânsızlıklar ülkesinde yaşayan bir tarifsizlikle yorgundular. İşte böyle zamanlarda içini çıkarıp bir zarfa koyardı. Gönderecek kimsesi yoktu. Bu yüzden, masasının çekmecelerinden birini açar, onu öylece oraya bırakırdı. İşte o zaman, Pavese sonsuz hafif bir çıplaklıktı.
Günlerden bir gece, oturduğu sandalyeden ay’ın söndüğünü gördü. Ve işte o zaman Pavese, karanlık göğe bakarak kendini ilk kez ve sahiden yalnız hissetti. Neden sonra, etrafta ışıklı pencereler fark etti. Adına ev denen bu taş binalı insan eli icadı yapılarda yaşayan başka başka insanlar vardı demek. Demek, yalnız değildi, yalnız sayılamazdı. Sevindi. Ceketini çıkardı ve sahip olduğu tek sandalyenin üstüne bıraktı onu. Bıraktı ve kapıdan çıkıp gitti. Çıkıp, gitti.
Baktı ve gördü ki mısır ve buğday tarlaları içindeki kent güzel bir sabahtı. Kent ve sabahı hep mi vardı, buracıkta mıydı? Yoksa?
Milyar yıllık ağaçların arasında yürümeye başladı. Çağlar öncesinde doğmuş olan Po Nehri’nin kutsal balıkları kanatlı olsalar da suyu göğe tercih edeli çok zaman olmuştu. İlersinde bir katedral vardı. Beş yüz yıl önce inşa edilmiş bir katedral. Yapımcısı, hırslı kralın gözde mühendisiydi ve hırslı kralın gözde mühendisi o zamanlar kıraç olan bu ova topraklarında çalışırken, yemeğini yerken, dolaşırken, yorgunken ve hatta uyurken hep ölümü düşünmüş, düşünmüş sonunda katedralle birlikte ölümsüz olmaya karar vermişti. Ölümünden sonraysa katedrali pek çok kişi ziyaret etmişse de ziyaretçilerin hemen hepsi günahkârdı. Şimdilerde Alba tepelerinde gömülü, katedralin on ikinci papazı… İşte o biraz iyi bir insandı, cenazesine çok sayıda çelenk gelmişti. Katedral en çok onun ölümüne üzülmüştü. Fakat insan sınırlarıyla Pavese tüm bunları nereden bilebilirdi? Yalnızca katedralin önünden geçti. Ağaçlık yolun bittiği dönemeçte gökdelenler karşıladı onu, devler ülkesinde, dışında insan yığınlarıyla hayretler içinde kaldı. Kalabalıktı, çok kalabalıktı ve o zamanlar bilmiyordu ki kalabalıklarda içine çarpışan galaksiler girerdi. Panikledi, bir kapıdan içeri girdi.
Bir takı mağazasıydı girdiği. Sadece kadınlar vardı orada ve içlerinden biri elinde bolca yeşil taşlı bir çift küpe tutuyordu. Sonra küpenin rüzgâra karışan sesini çaldı kafasında ve dinledi, sevdi onu. Tekrar baktı kadına, kadın yalnız değildi. Kafasında bir adamla yürüyordu. Pavese, hiçbir şeye dokunmadan çıktı.
Yolculuğu süresince susamıştı, tabelasında ‘’Platti’’ yazan bir kafeye oturdu, bir bardak mineralli suyla sade kahve söyledi. Pantolon ceplerinde saatini ararken yan masada genç bir kız gördü. Olağandışı bir sessizlikle ağlayan bir kızdı bu. Pavese’yse hiç denememişti ağlamayı; gözkapakları yoktu, uzun zamandır da olmamıştı. Midesinde duyduğu yanmanın, migren ağrılarının, kemiklerindeki kasılmanın, huzursuzluk dolu voltalarının sebebi işte buydu belki. Şüphesiz, teşhisiyle birlikte reçeteyi de bulmuştu. Fakat elden ne gelirdi? Unutup bunu kıza bir daha baktı. Güzel bir yüzdü taşıdığı. Durgun ve duygulu. Artık sildiği gözlerini yönelttiği garsonla bozuk bir İtalyan aksanıyla konuşmuş, masanın üzerine birkaç renkli kâğıt bırakmış, kısa bir an fark ettiği bu pantolonunun ceplerinde bir şeyler arayan ceketsiz adama gülümsemiş ve sanki hiç olmamış gibi kalkıp gitmişti. Tıpkı uçan balonlar gibi… Peşinden o da ayrılmış, çok geçmeden kızı sokakların birinde yitirmişti.
İlk sigarasını Piazza Felice meydanında içti. Birtakım adamlar birtakım enstrümanlar çalmaktaydı ve bu ses kutsal lirin ta kendisiydi işte. Sesleri duyarken ve yutarken onları, meydan banklarının birinde ölü bir kuş gördü, yaklaştı. Çok gençmiş, diye düşündü. Düşünmenin ötesine geçerek dokundu ona. İşte o zaman sahiden de anladı ki canı yok bir kuştu bu. Uygun bir toprak bulmak için boş cebine koydu. Boş cebine koyarak onu, Hotel Roma’nın önünden geçti.
Bir türlü akşam olmuyordu. İnsanlar sokaklarda akıyor, Pavese’nin içinde çarpışan galaksiler çoğalıyordu. Sokaklarda akan bir şeyler vardı: demirden otomobiller, sokak kenarlarında yanmayan lambalar, evler, okullar ve bahçeleri, tiyatro binaları, bürolar ve iş hanları, hipermarketler; kaldırım taşları, mermer merdivenler, üstlerinde yürüyen ve içlerinde gezinen insanlar, yanlarındakiyle konuşanlar, cep telefonlarıyla konuşanlar, kendi başlarına yürüyenler, yürürken müzik dinleyenler… Tüm bu gördüklerinin hepsi, hepsi birlikte yaşamın kendisi olmalıydı. Kulaklarını tıkayarak kocaman bir araziye açılan ara sokaklardan birine girdi. Önceleri, arazinin boş mu yoksa dolu mu olduğuna karar veremedi. Her yerde, tıpkı dünyanın meridyenleri gibi muntazam aralıklarla hizalamış beyaz başlıklı topraktan yataklar vardı. Gözlüklerini taktığında mermer başlıklarda isimler ve rakamlar gördü. Ve sonra, gördüklerine inanamayarak uygun bir boşluğa bağdaş kurdu. Demek insanlar ölüyordu burada. Ne çok, ne çok, sayısızca ölüm vardı. ‘’Ama… ‘’dedi yaşamında belki de ilk kez yükselterek sesini ‘’doğar doğmaz ne çok şey inşa ediyorlar hayata: içlerinde öğrenmek, para kazanmak, evlenmek, dostlarını ağırlamak, mutlu olmak için binalar… Ve bununla kalmayarak kimisi yaşama notalar, tablolar, şiirler ve şarkılar armağan ediyor, kimisi gezegene denklemler, çözünmüş sırlar… Fakat sonuç işte ortada: gidiyorlar, gitmek zorunda kalıyorlar ve üstelik bunu yaparken yanlarında yaşamlarını götüremiyorlar. Oysa gezegen oksijen ve karbondioksitiyle, tüm yaşamsal faaliyetlerini eksiksizce sürdürüyor işte.’’ Sonra, sustu, göğüs kafesinden, bir merdiveni koşarcasına çıkar gibi yükselen garip huylu ağrılarla tanıştı ve kendini takdim etti onlara: ‘’Merhaba ben Pavese, Cesare.’’ Sonra bindirerek içinin korkusunu bir dönme dolaba, ayaklarının üstünde yükseldi. Gözlüğünün ayakkabısının altında parçalarına ayrıldığını gördü, üzüldü. Neden sonra vazgeçip artık ay’ı bile sönmüş olan tek pencereli evini, kapısından çıktığı geceyi, kendisini karıştırdığı sokakları, yaşamın sokaklardaki yürüyüşünü, kurumuş dere yataklarını, köprülerini ve kanallarını, ayaklarının altında uyuyan ölü yabancıları ve onların bıraktıkları krallıkları düşündü. ‘’Kaçmalıyım’’ dedi, ikinci kez yükselttiği sesiyle. Evi uzaklarda kalmıştı. Gözlüğü kırılmıştı, bu yüzden mezar taşlarının bile tamamını seçemiyordu. Yine de bir kaçış yolu bulmalıydı. Yaşamdan ve ölümden, ikisinden de aynı anda ve aynı çabuklukla. Aramaya koyuldu…