Kusura Bakma Patron, Alarmım Uyuyakalmış

Büyük bir hızla iş yerime girdim ve sanki herkesten erken gelmişçesine masama kurulup işlerimin ne kadar yoğun olduğunu gösteren hareketler sergilemeye başladım. Masamdaki dosyaları hızlıca karıştırıyor, yalandan imzalar atıp, notlar alıyordum. Bu yaptıklarıma kendim dâhil kimse inanmamıştı. Diğer masaları işgal etmiş çalışma arkadaşlarım bana alaycı gözlerle bakıp kahvelerini yudumluyordu. Haklılıklarına hiçbir şey demedim ama o bana inanmayan gözlerin hiçbir tanesinin de inandıkları değerler doğrultusunda yaşamadığını da biliyordum.

Bir süre sonra patron odasından gülümseyerek çıktı. Benim oturduğum yer, onun çıktığı kapının tam karşısındaydı. Neyi görmeyi beklediğini bilmiyorum ama beni gördüğünde yüzündeki o gülümseme yerini “yine mi sen geldin!” tarzında bir ifadeye bıraktı. İçimden acaba ne görmeyi bekliyordu da, gördüğü şey -ki bu benim- onu hayal kırıklığına uğrattı dedim. Bu kravatlı ve sabahları düzenli traş olan insanları hiç anlayamadım. Patronumu zaten hiç anlamamıştım. Muhtemelen o da beni hiç anlamıyordu. Zaten böyle bir şeye gerek yoktu.

Neden sonra patronum artık her ne yaptıysa odasına doğru yöneldi. Kapıyı açtı ve bana döndü. Ne yazık ki onu yine hayal kırıklığına uğratan bakışlarla karşı karşıya kaldı. Sonra da o koca cüsseli adamdan beklenmeyecek bir ses tonuyla: “Asım buraya gel” dedi. İki ihtimal vardı beni çağırmasında. Ya morali çok bozuk, dertleşmek istiyordu, ya da benim morali bozacaktı. Ama patronumun bilmediği bir şey vardı: O koca cüsseden böyle tiz bir sesin çıkması benim moralimi bozmayı bir kenara bırakın, bozuk olan moralimi düzeltiyordu.

Masadan kalktığımda, toplamam gereken bir sürü eşyamın olduğunu fark ettim. Ama fark etmem gereken şey toplanması gerekenin eşyalar değil, bozulmuş yakamın olduğuydu. Nitekim yakamın bozukluğunu hallettim. Ama arkamda koca bir enkaz bıraktım. Dünyanın en büyük saygınlık göstergesi olan kapıyı üç kere tıklayıp “Gir!” komutunu bekledim. “Gir”

“Buyur abi geldim. Hayırdır?” “Gel Asım gel, otur şöyle, tam karşıma, rahat ol.” Patronun tam karşısına büyük bir rahatlıkla oturdum. Nasılsın, iyi misin tarzı sorularına, hiçte özen göstermeyerek cevaplar verdim. Patron soğumuş çayından bir yudum aldı. “Ne olacak böyle Asım? Böyle devam eder mi sence?” diye aslında beklediğim, ama beklediğimi ona belli etmediğim sorulara beklemedik bir tavırla “Nasıl abi anlamadım?” diye karşılık verdim. “Yani böyle nasıl olacak Asım işte. Nasıl gidecek bu böyle?” diye tekrar sordu. Olayı tam anlamadığım için, “Vallahi bende bilemiyorum abi ya. Ev sahibi kiraya zam yapar, doğal gaza zam gelir, ülke ekonomisi dağılmış gitmiş. E Ortadoğu desen zaten yanıyor. İçeride düşman, dışarıda düşman, her yer düşman. Ha bir de abi bu Galatasaray beni çok üzüyor ya. Doğru söyledin vallahi nasıl olacak böyle?” diye karşılık verip soğumuş bir çay aradım. Patron “Dalga mı geçiyorsun ulan benimle! Banane bu bahsettiklerinden. Ulan her gün işe geç geliyorsun, saçına sakalına, kılığına özen göstermiyorsun, insanlar çalışma arası sigara molası verirken sen sigara arası çalışma molası veriyorsun! Derdin ne senin? Bana mantıklı bir açıklama yap! Böyle gitmez arkadaşım, iş yapıyoruz burada iş!” diye sertçe konuştu. Gayet sakin bir şekilde “Abi haklısın da şimdi şöyle. Ben istiyorum ki herkesten erken işe geleyim, güzelce çalışayım. Ama alarmımın uykusu, benim uykumdan daha ağır. Bazen ben ondan önce uyanıp kalk işe git geç kalacaksın dediğim bile oluyor. Yani böyle olunca haliyle geç kalıyorum. Ama diğer söylediklerini kabul edemem. Sigarayı seviyor olabilirim. Ama bu yaptığım hiçbir işe engel olmadı” dedim ve hafifçe toparlandım. Bu söylediklerim patronu memnun etmemiş olacak ki bir hışımla kalkıp “Çık dışarı, artık seninle bu çatı altında devam etmek istemiyorum. Sana verecek işim de yok, param da. Muhasebeyi arıyorum. Kalan kısmı onlarla halledersin. Hadi!” diye bağırdı. Ben onun yerinde olsam, birisini kovmak için bu kadar fazla cümle kurmazdım. Kovuldun deyip, koltuğumu cama döndürüp puro içmeye devam ederdim. Vizyonsuz olmak sanırım böyle bir şey.

Kapıdan gülümseyerek çıktım ve karşımda oturanları görünce gülümsemem yerini birden “Yine mi siz be!” tarzında bir ifadeye bıraktı. Hayatımda ilk kez patronumu anlamıştım. Gerçekten de o kapıdan çıkıp onları görmek insanı bir garip yapıyor. Nitekim bu olay onu ilk ve son anlayışım oldu. Masama gidip enkazdan kurtarabildiklerimi alıp, “Arkadaşlar benim işim burada biter, haklarınızı helal edin. Benden yana helal olsun” deyip zengin kovuluşuyla muhasebeye çıkıp kalan işleri hallettim.

Uzun süredir hiç bu kadar param olmamıştı. Ama yine uzun süredir de hiç bu kadar işsiz kalmamıştım. Beklediğimiz şeylerin, hep beklemediğimiz anlarda karşımıza çıkması hayatın bir cilvesi değil, tam olarak gerçekliğiydi.

Olayın sıcaklığıyla annemi arayıp işten kovulmam hakkında bir süre konuştuk. Annem telefonu kapatmadan dünyanın en güzel tesellisini vermişti. Bunu başkası söylemiş olsa eminim ki asla umursamazdım. Ama bir annenin ağzından çıkan sözler insanın katılaşmış kalbini yumuşattığı gibi karartıları da beyazlatır. Şöyle dedi annem “Hayırlısı olsun be oğlum, vardır bunda da bir hayır. Derdi veren Allah, dermanını da verir.”

Annemle konuştuktan sonra içimi ortopedik bir rahatlık kapladı. Bundan sonra ne olacak tarzında hızla hücum eden soru işaretleri, anne sözlerinin savunmasını aşamamış ve kaçmıştı. Bir süre yürüdükten sonra, Karaköy’den tramvaya atlayıp, Merkez Efendi durağına doğru yola koyuldum. Tramvayda metrekareye 3 insan düşüyor ve kucaklaşmayı unutmuş insanlar, istemsizce birbirlerine sarılıyordu. Kimse bu durumdan memnun değildi, ilginçtir şikâyetçi de değildi. Belli ki çalışma hayatının yorgunluğu karşılarına çıkan olumsuzluklara dair ses çıkarma takatini de elinden almış. Ben onların yerinde olsam istifa edip annemi arardım. Ama onlar bunu yapamayacak kadar umutsuz ve mutsuz bir yolculuğun esaretinde hayatlarına devam edecekti. İşsizliğimin verdiği anlamsız özgüvenle içimden yazık dedim ve inecek var butonuna hafifçe dokundum.

Merkez Efendi durağında indiğimde savaştan çıkmış gibi bir halim vardı. O temiz sandığımız havayı soluyup ciğerlerime oksijen yerine azotu kökleyince yaşadığımın farkına vardım. Tramvaya ve içindeki umudunu kravatlılara teslim etmiş insanlara bakıp tekrar “yazık” dedim.

Hazal’ı arayıp Merkez Efendi’de olduğumu her zaman oturup çay içtiğimiz kafede onu beklediğimi söyledim. İşten çıktığında geleceğini, fazla geç kalmayacağını söyleyip telefonu kapattı. Kendime bir çay söyleyip gözlerimi kapıya diktim. Saatlerce gözlerimi ayırmadan onun gelmesini ve kapıyı açmasını bekledim. Çünkü biliyordum ki o kapıyı açıp beni gördüğünde “Yine mi sen?” değil de “İyi ki yine sen!” diyordu. En azından böyle hissediyordum.

Dördüncü çayımı söylemiştim ki kapıdan içeriye, dünyada o an esen meltem rüzgârları yönünü birden değiştirmiş onunla beraber mekâna hücum etmişti. Ayağa kalkıp efsaneler dökülen gözlere kilitledim kendimi. Bana yaklaştıkça yörüngem, yörüngesinde kendine yer bulmak için fırsat kolluyordu.

Oturdu ve ona bir çay söyledim. Günümüzün nasıl geçtiğinden bahsettik. Henüz ona kovulmamı anlatmamıştım.

“Sana bir şey söylemem gerek” dediğimde “söyle hayatım” dedi ve çayından bir yudum aldı. Derin bir nefes alıp dumanı mekânın hücrelerine sapladım ve söze başladım. “Bak canım; özgürlük, insanlıkla birlikte başlayan bir mesele, ilk filozofların dilinden düşmeyen bir kavramdır. Herkes bilir bunu, özü gereği pratik hamlelerin dışında gerçekleşme ihtimali olmadığından, vazgeçilmez bir talep olarak her kişisel eylemin ve edimin, her toplumsal hareketin gerisindeki temel saik olagelmiştir.” “Yani tamam da ne demek istiyorsun anlamadım. Özgürlüğün tarihsel gelişimi ya da filozofların bunu dert etmesi bana anlatacağın konunun neresinde tam olarak?” diye şaşkınca sordu. “Yani demem o ki bizim varoluşumuzla başlayan bu özgürlük meselesi, patronumun pratik hamlesiyle beni meselenin tam olarak öznesi yaptı. Yani ben bugün, patronum sayesinde özgürleştim” dedim. “Yani?” diye sordu. “Yanisi kovuldum.”

Bir süre yüzüme baktı. Sonra kafasını çevirip gözleriyle garsonu aradı. Ortalıkta sipariş vereceği bir garson bulamayınca bana dönüp “E ne var bunda? Olabilir yani. Başka iş buluruz olur biter” deyip garsonu çağırıp iki çay daha söyledi.

Süleyman Mete

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Miskinlerden biri , 24/10/2021

    Tam özgürleşmiş ve dayatılan düzenden kurtuldum derken tekrar bile bile o kuyuya girmek ne kadar mantıklı? Hayır yani neden bir daha bulalım is, yeni kırmışız zinciri. Olmaz mı kendimizi bile bile o zincire dahil etmesek? Tamam olmuyor hayat şartları, borçlar, o bu, şu ,da olmasa çok guzel olurdu. :)
    Çalışılmayan, özgür bir hayat temennisi bırakayım buraya.

  • sinan turap , 31/03/2017

    :)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir