Kurşunun Değdiği Yer

 

Küçük, dağınık odasında dar bir masa ve masanın hemen üzerinde, kare şeklinde, eski bir saat bulunuyordu. Saatin beyaz zemininin etrafında, açık ve kapalı tonlarıyla sarmalanmış, kahverengi bir kaplama vardı. Çalışmaktan iyice yorulduğu bir anda kafasını kaldırarak bu saate baktı. Sonra hafifçe masasını topladı ve ellerini kafasının ardında kavuşturarak hemen yanı başındaki yatağına uzandı. Günlük hesaplara daldı. Sabah dışarıya çıkarken, bu akşam aldığı ekmeğin parasını bakkala vermeliydi. Müsait bir zamanda da avukat arkadaşını arayıp, başına açılan basit ama yorucu kredi meselesini danışmalıydı. Kedinin de maması bitmişti. Kedi demişken tabi bir de dört gündür göremediği kızına o oyuncaklı yumurtadan almalıydı. Ya da yumurtalı oyuncaktan… Her neyse.

Sonra, dudaklarını yumup, gözlerini büyüterek yaramaz çocuklar gibi sağa sola bakındı durdu. Saat gözüne tekrar çarptı. Her nedense, birden kâşif ciddiyetiyle ayağa kalkarak, saati yerinden söküp aldı. Bu arada birkaç küçük toz yumağı yere doğru süzüldü. Sağ elinin üç parmağıyla, saatin camındaki tozları yok ettikten sonra, birkaç saniye ciddiyetle saate baktı. Bu saat, babasının bekârken kullandığı saatti ve düğün hediyesi olarak bu saati kendisine vermişti. Hoş, şimdi evli de değildi. Hafifçe gülümsedi. Saate, ilk defa karşılaşmışlar gibi baktı. Yavaşça kendine yaklaştırdı, sol kulağına dayadı, “tık, …tık, …tık,  …tık, …tık, …tık …”. Hoşuna gitmişti. Kendini yatağa attı. Saat hala kulağındaydı. “Saatin tik-tak ettiğini de kim uydurmuş”, diye söylendi. Yalnız kalan insanlar kendilerini şımartmak için nasıl konuşurlarsa öylece kendi kendine söylendi. “Su gibi akmak mı? Bu mu? Bu nasıl akmak? Her tıklayışta bir hançer darbesi indiren ne acımasız bir ses bu.” dedi. Bittabi, ettiği cümlenin romantikliğinden kendi de iğrendi. Ardından yumuşak battaniyeyi dirseklerinde hissederek üzerine örttü ve uykuya daldı.

Süleyman, kötü bir rüya görerek uyandı. Buruşmuş, acı çeken, iğrenen bir suratla yatağından doğruldu. Kalkıp mutfağa geçerek bir bardak suyu tek hamlede içti. Islak dudaklarını kurulamadan sigarasını yaktı ve tekrar odasına döndü. Pencerenin önüne geçti. Perdeyi araladı. Tahta pencerenin altından sızan soğuk hava, parmaklarının ucundan süzülerek odaya girdi. Hafif buhar tutan camı sildi. Sol elini pencerenin kenarına dayadı ve diğer eliyle sigarasını içmeye başladı. Zihninin duruluğuna, turuncu bir lambanın aydınlattığı sokağın sessizliğine, çöpleri karıştıran yavru kedinin tedirginliğine, sigarayı çektikçe çıkan çıtırtılara hayranlık duydu. Tekrar yatağa girmeye tenezzül etmedi ve zayıf bedeninin üzerine paltosunu geçirerek dışarıya çıktı.

Yağmur yağabileceğini haber veren bir esinti suratından okşarcasına geçti. Keyfi daha da arttı. Bu tür esintileri suratında hissettikçe her zaman mutlu olurdu. Sahile inen yokuşu kısa adımlarla, elleri paltosunun cebinde inmeye başladı. Yüzünde aptal bir gülümseme belirdi. İnsanın ne kadar kolay mutlu olabildiğini düşündü. Hâlbuki insan, mutlu olmak için ne kadar da çok çaba sarf ediyordu. “Bir erkek mutluluğu arıyorsa, evlenmek yerine böyle güzel havalarda dışarıya çıkmalı” diye düşündü. Tam bu keyifli suratla yokuştan aşağıya inerken, bir köpeğin havlamasını işiterek irkildi. Suratı birden düzleşti. Köpeklerden hem korkuyor, hem de iğreniyordu. Adımlarını daha da temkinli atmaya başladı. Kısık gözlerle sokağın ilerisine dikkatlice baktığında, karanlığın içindeki kara köpeği görebildi. Bir an duraksadıktan sonra korkarak yürümeye devam etti. Köpek kulaklarını dikmiş, onun geldiği yöne doğru hırıldıyordu. Adımlarını daha da kısa atmaya başladı. Korkudan ölmenin ne demek olduğunu hissetti. Kalbi duracak gibi atıyordu. Sonra köpek birden harekete geçti ve Süleyman’ın üzerine doğru koşmaya başladı. Süleyman, kaçacağı yerde dona kalmıştı. Köpek bir hışımla, yanından geçip giderek ilerideki bir kediyi kovaladı. Havlama ve miyavlama sesleri birbirine karıştığında Süleyman, gözleri kayarak olduğu yere çöktü ve baştan beridir tuttuğu nefesini salıverdi. O anda Allah’a olan imanının arttığını hissetti. Bunu hissetmesiyle de, ne kadar çirkin bir hesap içine düştüğünü anlaması bir oldu. İğrendi. Yahudileri hatırladı. Ve Yahudi kadınlarını düşünerek sahile vardı.

Sahilde oldukça küçük ve ancak bir adam boyu yüksekliğinde, tahtadan yapılmış, yıpranmış yerleri metal plakalarla yamanmış bir kulübe bulunuyordu. Hafif yan yatmış tahta kapının altından dışarıya doğru sarı bir ışık süzülüyordu. Süleyman da bu ışığa doğru yürüdü ve kapıyı üç kere tıkladı. İçeriden tok ve yıpranmış bir ses, “Kim o?”, dedi. “Benim Rüstem amca, kapıyı aç.

Rüstem, kısa boyuyla, beyaz gür sakallarıyla şefkat saçan,  insanı tebessüm ettiren yaşlı bir adamdı. Yıllardır bu kulübede tek başına vakit harcıyordu. Çocukluğu, anne ve baba kelimelerinin anlamsızlığıyla, yatakları demirden bir yetimhanede geçmişti. Kısa boyunun, burada geçirdiği yıllardaki yetersiz beslenmesinden kaynaklandığını anlatıp dururdu. Yetimhaneden ayrılması gerektiği söylendiğinde büyük bir boşluğa düşse de şansı yaver gitti ve Diyarbakır Hapishânesi’nde kırk sene gardiyanlık yaptı. Burada tanıştığı mahkûmlardan biriyle iyi bir iletişime girmiş, devletin kendisine hiç de öğretmek istemeyeceği şeyleri öğrenmeye fırsat bulmuştu. Buradaki hayatının dışında bir çevresi olmadı. Bundan ötürü evlenmedi de. Emekli olduktan sonra her şeyini toplayıp, hayalini kurduğu şehre gelerek, boğazın uzak bir köşesinde bina ettiği bu kulübeye yerleşti.

Gecenin bu vaktinde gelen misafirine, sanki bir sırrı anlamışçasına gülümseyerek, “Geç otur bakalım. Çay koyayım sana.”, dedi ve onu içeriye davet etti.

İçerisi, dışarıdan göründüğünden daha geniş duruyordu. Rüstem, burada geçirdiği yıllar boyunca, küçük kulübesini daha nasıl işlevsel kullanacağını da öğrenmişti. İçeride, paslanmış, orta boylu bir kömür sobası vardı. Üzerindeki bakır demlik, demlenmeye hazır beklemekteydi. Bu sobanın yanı başında küçük ama düzenli bir yatak ve hemen duvar tarafında da geyik motifleriyle çevrelenmiş bir bayrak asılıydı.

Rüstem’in otur dediği yerde, dört tane tahta kasanın yan yana getirilmesiyle oluşturulan bir sofra bulunuyordu. Bu sofranın üzeri belirsiz bir spor gazetesinin sayfalarıyla kaplanmıştı. Birkaç zeytin çekirdeği, ağzına kadar dolu bir küllük, ekmek kırıntıları, bardağından düşerek gazetenin yazılarını dağıtan bir çay damlası gazete sayfalarının üzerine saçılmıştı.

Rüstem, misafiri yerine geçtikten biraz sonra, sobanın üzerindeki demlikten doldurduğu çayı ikram etti.

İç hadi, afiyet olsun.”

Sağ olasın, ellerine sağlık.”

Süleyman, gecenin orta yerinde gelerek onu rahatsız ettiğini düşündüğünden, Rüstem Amca’nın suratına olabildiğince bakmamaya çalışıyordu. Rahatsızlık verip vermediğini soramayacak kadar da çekingendi. Çaydan bir yudum aldıktan sonra, elini paltosunun cebine atarak sigarasını çıkardı ve yaktı.

Hayırdır, gelmezdin gecenin bu saatinde.”

Süleyman, çayından bir yudum daha aldıktan sonra yanıt verdi:

Uyku tutmadı, ben de buraya ineyim dedim.”

Emin misin, kötü bir şey varsa söyle.”

Süleyman emin olduğunu, kötü bir şey olsa bunu ilk söyleyeceği insanın kendisi olduğunu söyledi. Uzun uzadıya bir muhabbete daldılar. Fenerbahçe’den bahsedip birbirleriyle şakalaştılar. Bu şakalaşmaların sonundaki derin bir sessizliğin ardından Rüstem Amca, “Canım çok sıkılıyor bu aralar aslında Süleyman” dedi. “Kafam karışıyor, anlam veremiyorum, kararsız kalıyorum, korkuyorum, heyecanlanıyorum, kızıyorum. Kimseye tahammül edemeyecek haldeyim. İnsanlara daha çok kızar oldum. Tanrı beni öldürmeyi unuttu da ondan mı huysuzlanıyorum diyorum kendi kendime. Çok fazla yük var Süleyman. İnsanoğlu şeytandan çok daha güçsüzken, nasıl onun üstesinden gelip Rabbin rızasını kazanacak? Bu hiç kolay değil. Kızma ama adil de değil. Yak bakayım bana da bir sigara.

Al bakalım.” Rüstem Amca, hızlı bir hareketle ustaca dumanı çektikten sonra bakışlarını arkada yanan sobanın alevlerine yöneltti. Bu bakışın hemen ardından Süleyman:

Kızma ama sana bir şey diyeceğim Rüstem Amca” dedi.

Neden kızayım evladım, söyle.”

Senin sıkıntın başka. Döndün dolaştın yine Allah’a çattın. Başka bir şeyler var sende.”

Bunun üzerine Rüstem Amca, ağzında sigarasıyla gerinerek gülümsedi. Ellerini dizlerine vurarak ayağa kalktı ve yatağına yöneldi. Yastığının arasından bir sürü kâğıt çıkararak aralarından bir tanesini Süleyman’a uzattı. “Al oku bakayım.”

Süleyman, ağzını açıp şaşırarak kâğıdı eline aldı ve kısa bir an daha Rüstem Amcaya baktıktan sonra okumaya başladı. Rüstem Amca da utanarak oradan uzaklaşıp, ellerini ısıtıyor gibi yapmak için arkasını dönerek sobanın başına dikildi.

Ey gönlümü, Muhammed Ali ile karşılaşmış bir beyazın suratına çeviren kadın!

Bakışlarım, İstanbul’u gören bir bedevinin bakışlarına dönüyor seni gördüğümde. Buna alışmalısın! Sana dair kekelemelerim, aynaların ardını kontrol etmeme neden oluyor. Buna da alışmalısın.

Dinginliğini düşünüyorum. Koynunda yatmayı… Koynuna tüm kederleri gömmeyi, koynunda Allah’a inanmayı ve cennete girmeyi… Bunu, bana nasip eder misiniz güzel bayan?”

Süleyman’ın gözleri parladı, gülümsedi, heyecanlandı. Rüstem Amca hala sobanın başındaydı.

Rüstem Amca?”

Rüstem Amca, oyuna girmeyi bekleyen yedek oyuncuların heyecanıyla birden Süleyman’a döndü:

He, okudun mu, oldu mu, olmuş mu?”

Rüstem Amca’nın bu yaşındaki bu heyecanı Süleyman’ı da mutlu kılmıştı. Elindeki kâğıdı şımarık bir baba gülümseyişiyle sallayarak:

Istırabının kaynağı buymuş demek ki. Ben anlamıştım ama. Bir erkek tanrıya çattı mı ya iflas etmiştir ya da kadından yana sıkıntısı vardır.”

Doğru dedin.” Rüstem Amca hala heyecanlıydı. Tekrar hemen taburesine oturarak:

E söyle bakayım ne yapmalıyım, vereyim mi bunu yarın?”

Yarın mı, sen baya baya hazırlanmışsın herhalde.”

Ne yapayım daldık bir şeye. Nereden çıktıysa. Neyse de olur mu bu?”

Ne olur mu?”

Kâğıt.”

Olur olur. Yani olur, olması lazım. Bilemezsin aslında. Kadınları mutlu etmek olayı karışıktır.”

Dünyada bir kadını mutlu etmekten daha basit bir olay yoktur Süleyman. Yeter ki kadın istesin!”

Sağlam bir kahkaha attılar. Sonra saatler ilerledikçe muhabbetleri de ilerledi. Rüstem Amca ertesi gün ilan-ı aşk için kararlıydı. Süleyman’ı da gelip uzaktan kendisini izlemesi için ikna etti. Sonra koroda olmak için sözleşip vedalaştılar.

Dalgaların sakinleştiği saatlere kadar sohbet etmişlerdi. Gökyüzünde bir tane bile bulut kalmamıştı. O gün hava gayet güzel olacaktı. Süleyman evine gitti, gülümseyerek uykuya daldı.

Sabah, yorgun gözlerle uyandı. İçinde bir heyecan vardı. Fakat bunun nedenini hatırlayamıyordu. Çocukluğunda, babasının hediye getirdiği gecelerin sabahında da bu hisle uyanırdı. Sonra birden hatırlardı. Bu sefer de birden hatırladı. Rüstem Amca için güzel bir gün olacaktı.

Alelacele kahvaltısını yaptıktan sonra evden koşarak çıktı. Hava güneşliydi. Onu gören bakkal tam da arkasından seslenecekken, eli öylece havada kalakaldı. Durağa varır varmaz otobüse bindi. Arka tarafa doğru ilerledi. Kış günleri insanlar, güneşle karşılaştıklarında mutlu oluyorlardı. Bu mutluluğun emâresi olarak iki arkadaş arka tarafta sesli sesli sohbete dalmışlardı. Süleyman da bakışlarını, otobüs ilerledikçe camın önünden kayıp giden görüntülere çevirdi ve ineceği durağa kadar düşüncelere daldı. Hayaller kuruyor, Rüstem Amca’yı düşünüyordu. Hatta onun yerine hayaller kuruyor ve acı çekiyordu. Rüstem Amca için üzülmüyor da değildi. Mutluluğu aramamanın asıl mutluluğu getirdiğine inanan bu yalnız ve yaşlı adamın, minik bir mutluluk hayaliyle nasıl da hevesle çırpınabildiğini düşünüyor, şaşırıyordu.

Koroya girdiğinde, sonbahardan kalan yapraklar halen toprağın üzerini örtmekteydi. Yapraklarını toprağa kaptıran uzun ağaçlar ise çırılçıplak gökyüzüne uzanıyordu. Soğuktan etkilenmeyen birkaç tane kuş da cıvıl cıvıl ötmekteydi. Süleyman, çevresinin güzelliklerini seyrederken hemen ileride Rüstem Amca’yı ve yanındaki kadını gördü. Hızlı adımlarla onlara olabildiğince yaklaştı. Piknik yapmak için kurulmuş bir masada karşılıklı oturmuşlardı. Kadın oldukça gençti. Bembeyaz elleriyle ve incecik parmaklarıyla, Rüstem Amca’nın ona verdiği kâğıdı masanın üzerinde bir sağa bir sola kaydırıyordu. Simsiyah saçları, tüm canlılığıyla omuzlarının üzerine yayılmıştı. Üzerindeki elbise, ona ayrı bir asillik ve ağırlık katıyordu. Çok hafif açık sarıya kaçan krem renkli elbisesi, kabararak aşağıya kadar iniyordu. Oturduğu için, dizine kadar olan kısmın arka tarafı, ön tarafına göre daha fazla açıkta kalıyordu. Süleyman bunu görünce, kadının göründüğünden çok daha genç olduğunu anladı.

Rüstem Amca, genç kadının konuşmasını usulca dinliyordu. Süleyman da dikkat kesilerek hem kadının karşısında oturan bu yaşlı adama ne dediğini, hem de Rüstem Amca’nın bu kadar genç birine neden ve nasıl gönül verdiğini anlamaya çalışıyordu. Fakat ikisinde de başarılı olamıyordu. Anladığı tek şey, kadının her cümlesinden sonra Rüstem Amca’nın yere biraz daha eğilen suratının yansıttığı acıydı.

Süleyman, konuşma ilerledikçe genç kadının hiddetinin arttığını hissetti. Bu artışı Rüstem Amca da fark ediyor, bundan sebep hüznü korkusuna karışıyordu. En sonunda kadın ayağa kalkıp bağıra çağıra kâğıdı fırlattı ve aceleyle masadan kalkarak uzaklaşmaya başladı. Rüstem Amca’da hemen peşinden kalkarak bir şeyler söyledi. Kadın duraklamayıp, yanağını arkaya çevirerek kızgın yanıtlar veriyordu. Rüstem Amca yalvarıyor, kadın eteklerinin havaya kattığı sararmış yapraklarla beraber sanki ufka doğru süzülüyordu. Süleyman da gözleri dolmuş şekilde kadının uzaklaşmasını izliyordu. Sonra Rüstem Amca’nın, belinin arka tarafından bir şey çıkardığını ve bunu kadına doğrulttuğunu gördü. Birden silah sesi duyuldu ve genç kadın, ağacından ayrılan bir yaprak gibi kıvrılarak yere serildi. Süleyman, başını ellerinin arasına alarak dona kalmıştı. O anda aklından geçen tek şey şu dizelerdi:

Otların sarardığı yerlerde güneş

  Kurşunun değdiği tende heves kalmıştır.”*

  …

 

*Şiir: İsmet Özel.

 

 

 

Edebifikir

 

 

DİĞER YAZILAR

9 Yorum

  • dibace , 09/09/2014

    hey, burada yorumlarda bir muhabbet dönmüş ama fransız kaldım. anlamam lazım.neyse

  • Ahmed , 09/09/2014

    Öncelikle hikayeyi çok beğendiğimi söylemek istiyorum.

    Rüstem amcanın görüşmeye belindeki silahla gitmesi niyetini belli ediyor. İnsanlara olan tahammülsüzlüğünü belirtmişti zaten. Bunun sonucunda da olan bir insanın canına oluyor.

    Rüstem amca oraya niye silahla gitti? O güzel yazıyı nasıl yazdı? Acıklı ve gizemli bir hikaye.

  • Bülent Arınç , 09/09/2014

    Değerli basın mensubu arkadaşlar, edebifikir camiasının mümtaz okurları, kıymetli hanımefendiler/beyefendiler;

    evvela haddimi aşmamak, muhterem büyüğümüz Abdülbaki Gölpınarlı Hocamızın edebî tenkit ve teşhislerini dikkate almaktan yanayım. Fakat bu çocukcağız fena hâlde yanılıyor, hata ediyor. Edebiyatımızdan, folklorumuzdan bîhaberdir. Kadınlarımızın cinsiyete müteallik arzularını beyan ettikleri birçok numune mevcuttur. Gölpınarlı üstadımız daha iyi bilir.

    Derim ki bunlara kanmayınız.

    • .,?! , 09/09/2014

      ah bu “çocukcağız” cümle edebiyatı masaya yatırmış değil, keşke kendisinin edebiyata verdiği kıymeti bilseydiniz, haddinizi aşmamış olurdunuz. önce ne anlatmak istediğime dikkat ediniz, oturup saatlerce kadınların da erkeklerin de cinsel arzularını okuyalım demiyorum, öylesine ne zihnim ne de midem müsait… nasıl da genelliyorsunuz bir çırpıda! nereden biliyorsunuz? imla vs.ye uymuyorum diye mi edebiyattan bihaberim? belki kasten yapıyorum. kanmayınız.

    • Abdülbaki Gölpınarlı , 09/09/2014

      çocuğum, dediğini anlıyoruz hepimiz. varsa cür’etin “ey adam” diye yazmaya, yaz da edebifikir editörü neşrediversin. bu hususta iltimas yoktur, elbette sessiz kalmaz takdir ederdik! insanın erkekliği kadınlığının iktiza ettiklerini yerine getirmesi de dile getirmesi de bizce mübarektir, allah teala buna da nice sırlar mündemiç etmiştir.

      sen edebifikir’deki okur, editör ve yazar evlatlarımı yobaz editörlerle karıştırma. o yobaz editör takımı, allah kelamı kur’an’ın nebe sûresi 33. ayet-i kerimesindeki “ve memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar” ibaresini görseler sansürlemeye kalkarlar.

    • .,?! , 09/09/2014

      bunu okumak bile beni şaşırttı. teşekkür ediyorum. ama yazamam.

  • Mustafa Sarıgül , 09/09/2014

    çorlulu ali paşa medresesinden kahkahası yükselen mütesettir nargileci kızların edebiyattan ne anladığına dair abdülbaki gölpınarlı üstadımız bize analizlerde bulunsa mesut ve mesrur olur, rabbime şükrederdim.

    • Bülent Arınç , 09/09/2014

      Mustafacığım, bu kahkaha meselesi doğru mu? Ben Kadir Bey’le konuşayım da kafelerde kahkaha saçan şallı kızları zabıtaya toplatıversin. Böyle edepsizlik olur mu?

  • dibace , 07/09/2014

    Ey gönlümü, Muhammed Ali ile karşılaşmış bir beyazın suratına çeviren kadın!

    Bakışlarım, İstanbul’u gören bir bedevinin bakışlarına dönüyor seni gördüğümde. Buna alışmalısın! Sana dair kekelemelerim, aynaların ardını kontrol etmeme neden oluyor. Buna da alışmalısın.

    Dinginliğini düşünüyorum. Koynunda yatmayı… Koynuna tüm kederleri gömmeyi, koynunda Allah’a inanmayı ve cennete girmeyi… Bunu, bana nasip eder misiniz güzel bayan?” burada saheser paragraflara rastladim. Siiri solda sifir birakan nesir,budur. Edebifikiri kurcalamaya devam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir