Komedyen Aranıyor

Hastaneden ayrılalı kaç saatin geçtiğini bilmiyordu ve darmadağın olmuş haliyle boş yolları, sararmış yapraklarla boyalı kaldırımları ezmeyi sürdürüyordu. Ayşe ile söz yüzüklerini takalı henüz birkaç gün olmuşken göğsünü darbeleyen bu musibet de nereden çıkmıştı? Durdu. Bu şekilde birkaç adım daha atarsa gafletin dipsiz kuyularından birine yuvarlanması işten bile değildi. Derin bir nefes aldı. Alnını kaldırıp göğe uzattı kahverengi gözlerini. “Aslında, bunca hıra güre gerek de yok” diyerek homurdandı. Hem doktorun söylediklerinde ne vardı canım, nihayetinde tıp ilerlemişti ve dedelerimizin aslandan kaçar gibi kaçtığı hastalıkların şimdi -bir veremde, zatürreede olduğu gibi- kısa sürede halledilip üstesinden gelinmiyor muydu? Kulun dediği değil, Allah’ın istediği. Batkın düşüncelerine, bu itikadı onaylatarak türlü imtihanların üstesinden gelmemiş miydi kaç kere?

Onun şimdi sevdiceğiyle düğün hazırlıklarına zaman harcaması, türlü alışveriş seanslarında onun yanında olması gerekmez miydi? Sahi, ona nasıl söyleyecekti! Tüm bu sesler beynini kemiriyordu. Biran evvel tedaviye başlanmazsa vakit geç olabilirdi. Belki de çok geçti ancak doktor, onu daha fazla korkutmama adına –geç kalmış sayılmazsınız hatta erken tanı- diyerek umutlandırmaya çalışmıştı. Vesveselerinin ardı arkası kesilmiyordu. Hatta muayenehaneye yanında birisiyle gitmiş olsa, konuşurken burnunun ucundaki gözlüğünü habire yukarı kaldıran, kel ve sıska denecek kadar zayıf adam kendisini bir bahaneyle dışarı gönderecek, durumun vahametini, nerden bakılırsa bakılsın en fazla üç ay ömrü kaldığını söyleyecekti. Zaten hiç gözü tutmamıştı doktoru. Evet evet, bütün organları çoktan çürümüş, paramparça olmuştu. Derken, son günlerde sıklaşan öksürük nöbetlerinden birine daha tutuldu. Sanki boğazının orta yerinde takılı kalmış duran, inatçı dikeni çıkarmak istercesine canhıraş bir çabayla öksürüyordu. Bitkin düşen bacaklarını âdeta sürüyerek, en yakınındaki banka oturdu. Rahatsızlığı git gide artıyor, enikonu güçsüzleştiğini duyumsuyor, mendilini ağzına götürmekte dahi güçlük çekiyordu. Yarı kanlı tükürüğünü oracığa bıraktı. Nefes alamıyorum diyerek mırıldandı. Başını göğe dikti. Bulutlara baktı. Çocukluğunda yaptığı gibi onlardan çeşit çeşit şekiller çıkarmaya çabaladı. Nâfile. İlk kez, hayal edemediğini anladı. Bakışlarını indirdiğinde uzaktaki irili ufaklı binalar çarptı gözüne. Düzensiz bir düzen içindeki gökdelenler… Ah İstanbul, esir gençliğimin özgür şehri. Dokunulmaya korkulan nadide mücevher gibisin. Tutsam kırılacak,  kaçsam darılacak. Işıkların gözlerimdeki feri aldı, sen bu kadar mükemmel parlarken ben gözbebeklerimi büyütmeye utandım. Hep senin sevdan değil mi beni bu hale koyan, hayallerimi elimden alan? Ne gidebiliyorum senden ne de sende kalabiliyorum. Mevsimlerin boğuyor beni. Güzlerin hep içine kapanık bir çocuk; ha ağladı ha ağlayacak. Yazlarınsa nefes kesici bir güzel, ancak uzaktan izlemeye takat getirilebilecek.

Derken, çalımlı bir rüzgâr esti. Önündeki yaprakların aralarına ilişip saklanmış serçelerle birlikte savurdu. Ardından büyük bir ciddiyetle; “Evet evet kesinlikle beni bu havalar hasta etti” dedi. Öksürüğü git gide sakinlemişti. Buna karşın içindeki sesler çığ gibi büyüyor önüne ne gelirse yutup alıyordu. Ellerini yüzüne götürdü, katıla katıla ağlamak geliyordu içinden. Bir duaya âmin der gibi avuçlarıyla sakallarını sıvazladı. Kalkmalı artık dedi ve yola koyuldu. Dar sokaklardan geçip başında evlerinin bulunduğu yokuşa geldi. “Burayı da çıktık mı bugün ölmeyiz herhalde” dedi dudağının kenarında beliren tebessümle. Birkaç saat içinde derdine alışmış hatta derdiyle dalga geçer olmuştu.

Gelgelelim bu musibeti Ayşe’ye nasıl söyleyeceği sorusuna başından beri bir yanıt bulamamıştı. Apartmanın büyük gri kapısına geldiğinde annesi düştü aklına. Sahi ya nasıl da düşünememişti. Ona nasıl anlatacaktı! Yıllarca türlü hastalıkların yıprattığı bu yaşlı beden, birazdan anlatacaklarını kaldırabilecek miydi? Zile bastı. Kapı açılmadı. Annesi komşuda olmalıydı. Tıslayarak anahtarı çevirdi. Yatık basamakları zorlukla, tek tek çıktı. Nefesini topladı. Kapıyı açıp içeri girdi. İlk hamlede açılan kapı, ona annesinin evde olduğunu düşündürdü. Seslendi, yanıt alamadı. Pencere önüne konulmuş uzunca sedir ve küçük bir televizyonun bulunduğu ihtişamdan uzak, dingin salona geçti. Annesi burada yoktu. Uyuyor olmalı diye düşündü. Yaşlı kadın kimi zaman odasına çekilir, seccadesinde oturup Kur’an-ı Kerim okur ve gözlerine inen ağırlığa yenik düşerek oracıkta uyuyakalırdı. Annesine anlatacaklarını düşündükçe kalbi göğüs kafesinden sıyrılıp dışarıya çıkmak istercesine hızlı atmaya başlamıştı. Söylemesem diye düşündü eprimiş siyah montunu çıkarırken. Ne zamana kadar saklayabilirim ki? Alacağı ilaçlar yan etkilerini göstermeye başlayıp saçlarını, kirpik ve kaşlarını tel tel kendisinden almaya yarıştıklarında nasıl bir açıklama yapacaktı anacığına? Ne teselli ederdi onu? Montunu sedire bıraktı. Su almak için mutfağa geçtiğinde gördükleri karşısında âdete donup kaldı. Mutfak masasının yanı başında yerde hareketsiz yatıyordu annesi. Koştu, kucaklayıp kaldırmaya çalıştı ama yapamadı. Sarstı. Nâfile. Eskimiş ruhu çekileli belki de saatler olmuştu yaşlı kadının. Anne, anneeee!

Ambulans çağırıp hastaneye gidişlerini hatırlamıyordu. Annesi ansızın gelen kalp krizine yenik düşmüştü. Ölüm sıralı gelmişti bu kez ama ağır. İlahi emir gelince zaman, mekân, hastalık, sağlık tanımıyordu. Bir vardık bir yoktuk, dedi ilk toprağı atarken.

“Nasıl, beğendiniz mi” diye sordu Akif heyecanla. Okuduğu metinden henüz başını kaldırmış editör; “Dil fena değil ama konu çok dramatik olmuş. Şimdilerde bu tarz hikâyeler pek tutulmuyor” dedi. “Nasıl olur efendim gayet hayatın içinden bir konu herkese hitap edecek bir durum var. Hepimiz ölümü tatmayacak mıyız Mehmet Bey?” “Tabiî öyle de insanlar gülmek istiyor. İstanbul’un keşmekeşinden bunalıp ellerine dergiyi aldıklarında onları dertlerinden uzaklaştıracak kahkahalara boğacak yazılar arıyorlar. Nasıl desem, olmamış işte. Hastalık, ölüm. İnsanların içini karartmamak gerek.”

“Anlıyorum” dedi genç adam. Küçürek bir tebessüm düştü yüzüne. “Etrafımda gülünç şeyler devşirebileceğim hiçbir şey kalmadı. Kavga, savaş her yerimde. Söyleyin bana nasıl güldürebilirim insanları? Hadsizlik ettiğimi düşünmeyin ama size, söylediklerinizi yazması için bir komedyenle anlaşmanızı tavsiye edeceğim. Hoşçakalın.”

Yahya Erdoğan

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Selam , 28/12/2016

    Akif ismide pek manidar olmuş. Akif’e de selam olsun!
    kaleminize sağlık..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir