“Bir varmış, hiç yokmuş. Ahir zamanın birinde kırmızı hariç bütün renkler dünyayı terk etmişler. Siyah ve beyaz da hariç ama bu renkleri renkten saymamak âdettendir, bilirsiniz. Her şey siyah beyaz olmuş, kırmızı şeyler dışında, onlar oldukları gibi kalmışlar. Elmalar, çilekler, arabalar, evler, ayakkabılar, gömlekler, rujlar… Kırmızı olan her şey kırmızı kalmış, diğer her şey siyah beyaz olmuş. İnsanlar tedirgin olmamışlar önce, herkes gözünde geçici bir problem olduğunu zannetmiş. Geçer, demişler, ne olacak sanki. Bir süre yaşamışlar böyle. Ama herkes konuştuğu kimselerin de aynı dertten muzdarip olduğunu gördükçe şaşırıyor, akıl erdiremiyormuş. Her şey siyah, beyaz ve kırmızıymış. Bilim insanları çözüm yolu arayadursunlar, halkın büyük çoğunluğu hemfikir olmuşlar bile, hepsi Amerika’nın oyunuymuş.
Günler geçtikçe renksiz yemeklerden tat almamaya başlamış insanlar. Son dokunuş olarak maydanoz serpmeyi bırakmışlar yemeklerin üzerine. Çünkü üzerine kül savurulmuş gibi görünen tabaklar iştahlarını hepten kaçırıyormuş. Renklerin de kokular kadar önemli olduğuna kanaat getirmişler. Mor lahanaya karalahana, turuncu mercimeğe kırmızı mercimek dedikleri için utanmışlar. Portakallı ve gazlı içeceğe sarı kola dedikleri günleri gülümseyerek anmaya başlamışlar. Diğer renkleri çok çabuk özlemişler. Yeşil yaprakları, mavi göğü, sarı güneşi, pembe, mor, turuncu çiçekleri çabucak özlemişler. Diğer renkleri özledikçe kırmızıya olan öfkeleri artıyormuş. Simsiyah yapraklar arasında uyarı levhası gibi sırıtan kırmızı çiçeklere düşman olmuşlar. Uyarı levhaları hiç bu kadar uyarıcı olmamış. Hastaneler tımarhaneye dönmüş, doktorlar ne yapacaklarını şaşırmışlar. Karanlık ameliyathanelerdeki bembeyaz tenlerden fışkıran kırmızıya dayanamaz olmuşlar.
Anneler babalar, çocukları karanlığın içinde kaybolup gitmesinler diye kırmızı bir şeyler bulundurmaya başlamış üzerlerinde. Çanta, hırka, ayakkabı, toka, şapka… Herhangi bir eşyalarında biraz kırmızı mutlaka varmış. Bu nedenle ki dünyanın en renkli yerleri okul bahçeleri ve çocuk parklarıymış. Schindler’in Listesi’ni izlemiş entelektüellerin aklına sık sık kırmızı mantolu küçük kız geliyormuş.
Dünya sadece gün batımlarında aydınlanıyormuş ve nadiren gün doğumlarında… Kıpkırmızı ışıklar giriyormuş geceden önce ve sonra evlere. Ama buna da alışmışlar. Her şey mevcut şartlara göre düzenlenmiş, yaşamaya devam etmişler.
Önceleri bu konu dışında hiçbir şey konuşmayan insanlar zamanla gündelik dertlerine gömülmüşler. Akşama ne yemek yapacağını düşünmek, faturaların son ödeme tarihlerini takip etmek, sabah okula-işe geç kalmamak eskisi kadar önemli olmaya başlamış.
Ama hiçbir şey eskisi gibi değilmiş…”
Burada durdu, nefes nefese kalmıştı. Biraz sakinleştikten sonra onu heyecanla dinleyen annesine döndü, mahcubiyet dolu bir sesle ve merakını gizleyemeyen gözlerle,
– Bu kadar, dedi.
Uzun uzun baktı annesine. Söyleyemediklerini yakalayacaktı annesi konuşurken hâlinden, tavrından, bakışlarından. Burnunu kaşıyacak mıydı? Elleri ağzından çıkmak isteyen kelimelere siper olacak mıydı? Gözler sağa bakınca mı yalan söylüyordu, sola bakınca mı?
Annesi en az onun kadar heyecanlıydı,
– Ben sevdim, dedi. Devamını okumayacak mısın?
Devamı… Yoktu ki. Bu kadardı.
– Henüz yazamadım devamını, dedi.
Sanki devamı varmış da o okumayı tercih etmemiş gibi baktı annesi, kaşlarını kaldırdı, kafasını kendisine göre sola ve aşağı hafif eğdi.
Birbirlerine neden bu kadar güvenmiyorlardı, düşünmediler. Zamanı değildi.
Gücenmiş gibi baktı annesine,
– Devamını yazamıyorum, tıkandım. Buraya kadar nasıl olmuş, eleştirmeyecek misin anne?
– Dedim ya oğlum sevdim, bence güzel olmuş. Ama bu hikâyenin nasıl biteceğini merak ettim, nasıl bir son düşünüyorsun?
Biraz sustu cevap vermeden önce. Mühim sorular cevaplanmadan önce biraz susulur.
– Bilmem, dedi. Bulamadım sonunu, arıyorum hâlâ.
Annesi üzerine gitmek istemedi, ama soru sormaz, yorum yapmazsa ilgisiz görünecekti. Aslında konuşmanın başından beri bunu düşünüyormuş ama az daha unutuyormuş, gibi yaparak,
– Neden kırmızı? Bir nedeni var mı?
Afalladı. Neden kırmızı? Bu daha mühim bir soruydu, daha uzun sustu. Dakikalardır, elinde çevirip durduğu kaleme baktı.
Cadde çok kalabalıktı. İnsanlar gelip geçiyordu. Gelip geçenlerin çoğu çarpıyordu. Çarpanların çok azı özür diliyordu. Yağmur yağıyordu, soğuktu. Islanıyordu, elleri üşüyordu. “Gitme” diyecekti, gidecekti, bilmiyordu. “Bu sende kalsın” demişti Zehra, “belki bu kalemle de hikâyeler yazarsın, belki beni hatırlarsın bazen.” Bazen… “Gitme” diyecekti. Kalemden kafasını kaldırdı, gözlerine bakmak istedi Zehra’nın. Bakamadı. Gözleri kırmızı çerçeveli gözlüklerinin buğulanmış camları arkasında kalmıştı. Yağmur damlalarına baktı gözlüğün üzerindeki. Ahir zamanın birinde kırmızı hariç bütün renkler terk etmişti dünyayı. “Gitme” diyecekti.
Kalemden kafasını kaldırdı. Annesine baktı.
– Bir nedeni yok.
Şadiye Sare Kaplan
2 Yorum