Bu hikâye, Edebifikir Akademi öğrencileri tarafından ortaklaşa yazılmıştır.
***
Gözlerini açtığında kendini metroda buldu ve koltuklar bomboştu. Sağına soluna baktı ama hangi hatta olduğunu hatırlayamadı. Yavaşça ayağa kalkıp camdan dışarı göz attı ama nafile. Gördüğü yerler yabancıydı. Çaresiz yerine oturup ilk istasyonu beklemeye başladı. Düne dair en son odasında bir kitap okuduğunu hatırlıyordu. Kütüphanesinden en çok sevdiği yazarın romanını almış ve yatağında okumaya başlamıştı. Kaçıncı kez okuduğunu unuttuğu romanın sonlarına doğru uykusu geldiğini hatırladı.
Uykusuna direnmek zorundaydı. Uyursa bir daha uyanamayacağı düşüncesi bir virüs gibi tüm hücrelerine yayılmıştı. Hayatın açılması gereken bir kilit, ölümün ise bu kilidi açacak yegâne anahtar olduğu fikri yakasını bırakmıyordu. Kitabı komodinin üzerine bırakarak terliklerini giydi. Kütüphanesine doğru yürüdü ve içinde seneler evvel tuttuğu notların olduğu sandığı çıkardı. Sararmış, kenarları kıvrılmış küçük kâğıtları eline aldı. Kendisine ait olduğunu sandığı cümleler aslında altını çizdiği kitaplardan kopya edilmişti. Notlarının, içinde sıkışıp kaldığı karanlık düşünceleri dağıtacağını, bir çıkış yolu göstereceğini umuyordu. Ne yazık ki notlarını okudukça gözleri buğulanıyor ve düşüncelerindeki karanlığın tonu giderek koyulaşıyordu. “Söyleyecek fazla bir şeyim hiçbir zaman olmadı.” “Ne yazık! Hâlâ mutlu olabilirdim.” “Gitmek istiyorum buradan! Uzaklara kaçmak, bunları unutmak, bu dünyanın varlığını bilmemek istiyorum.” Umutla kurcaladığı notlardan fayda bulamayınca yatağına dönerek uyumaktan başka çaresi olmadığına karar verdi.
“Uyku!” dedi. Ebedî bir uyku. Tüm bu çırpınışlardan, tutsaklıktan ve ruhunu ezen yalnızlığından kurtulmanın tek yolu muydu gerçekten? Ömrü, kıyısından uzaklaşmış küçük bir teknenin, kocaman bir okyanusta fırtınalar arasında bir başına direnmesi gibiydi. Direnmek fakat nereye kadar! Onu alabora eden ne fırtına idi ne de azgın sular. Sadece, ruhunu kemiren paslı bir yalnızlık!
“Uzlet!” demişlerdi yaşamın ustaları, gönlünü mâsivadan toplayıp kendini kendinde bulmaktı hakikatin yolu. İşte ufukta, yine yalnızlıktan başka bir şeyin görünmediği o çile denizindeydi. Fakat uzlet sadece yalnız kalmak mıydı? Hayır, gönlü hâlâ uzaklarda, deniz aşırı ülkelerdeki suretlerdeydi.
Soluk, siyah-beyaz fotoğraf kareleri gibi hatırladığı, o ana karadan artık hiçbir hatıra kalmamıştı yanında. Annesinin sesini çoktan unutmuştu. Babasından ise, yarım kalan sarılmalar ve tamamlanması gereken birkaç hatıra kaldı. Zira, “Çocukları tamamlasın diye yarım bırakılmış bir şiir, bir şarkıdır babaların ömrü.” Sustu ve gözlerini kapadı. İçindeki haykırışlar dinecek miydi?
Haykırışlarını bastıracak bir ses geliyordu koridordan. Art arda çalan zilin melodisi, zihninde dönüp dolaşan düşünceleri dağıtmaya yardımcı oldu. Kalkıp kapıya doğru yönelince yere dökülmüş sigara küllerini gördü. Yere doğru eğildiği sırada ısrarla çalmaya devam eden zili fark ederek vazgeçti. Tekrar kapıya yöneldi. Kapının yanındaki aynadan kendi görüntüsünü görünce şaşırdı. Metroda bu halde miydi, emin olamadı. Yalnızlığına tanıklık eden aynada gülümsemesinin silindiğini fark ettikten sonra istemsizce kapıyı açtı. Gelen kendisiydi… Düşüncelerinin arasına şaşkınlık eklendi. İçeriye davet etti. Yalnızlığını ödüllendirmek için kendisine sarılmak istiyordu. İçinde barındırdığı tezat duygularla odasına geçti. Tüm bu olanların sebebi neydi? Yalnızlığını paylaşabileceği kişi sadece kendisi miydi?
Paylaşmak… Yalnızlığı, hayatı, her şeyi… Kendinle… Bir anda aklına sarılacağı, yalnızlığını paylaşacağı kişinin kendisi olduğu geldi. Biraz önce zihninde dönen paylaşmak, sarılmak ve ödüllendirmek gibi hallerin kendisiyle aynı zihinde dolanıyor olması bile onu iğrendirmeye yetmişti. Çünkü bu hallerin yerini bencilliğe, kaçmaya ve cezaya bırakacağına adı gibi emindi. Karşısındakinin, yalnızlığını paylaşacak kişinin kendisi olması fikri, suya atılan taşın suda oluşturduğu dalgalar gibi tekrar tekrar zihnine gelip gittikçe yalnızlığına bir de korku eklenmişti. Çünkü yıllarca hayatı paylaştığı kendisinin; kendine neler yaptığını, bütün hayatını nasıl alt üst ettiğini biliyordu. Ayrıca kendini düşürdüğü rezil hallerden çevresindekiler de haberdardı. Ama bir yandan içinde sessizce bir ümit büyütüyor hemen peşinden tekrar ümitsizliğe doğru yol alıyordu. Yatağına uzandı ve başını ellerinin arasına alarak düşüncelerinden sıyrılmaya çalıştı.
Usulca yatağından kalktı. Yalnızlığın kişinin içten kalabalıklaşması olduğunu düşünüyordu. Yatak, mahkûmların zindana atılmamak için hırpaladıkları bir kapıyı andırıyordu. Koridora çıktığında dün gece fark ettiği küller öylece duruyordu. Küller şimdi bir çırpıda çöpü boyladı. Yüzünü yıkadı. Yıkarken sudaki ten rengine gözü takıldı. Fondöteni akıyordu. Keşke tüm yaldızları böylece akıtmak mümkün olsa diye geçirdi içinden. Yalnızlık ve pişmanlığı mesela. Geceki sesler onu habire mızraklayıp durmuştu. Neyse ki güneş, bu karanlığı yara yara doğdu. Her sabah olduğu gibi askıdaki mantosunu sırtına aldığında hazırlanması yirmi beş dakika sürdü. Koşarcasına yürüyordu fakat bunu o kadar ahenkli adımlarla yapıyordu ki dışardan bakıldığında yavaşça yürüyor gibiydi. Metroya vardı. Dün gecenin aksine neşeliydi. Evet, okuduğu romandan metronun eşiğine böylece gelmişti. İyi ama neredeydi? Sonunda durak geldi ve metronun kapısı ferah bir bahçeye açılıyormuşçasına dışarı attı kendisini. Etrafına bakıyordu ama binalara değil, insanlara… Onlardan birini tanırsa nerede olduğunun bir önemi kalmayacaktı. Üzerindeki mantoyla aynı renkte kabanı olan birinin peşine takıldı. Yaklaştığında saati sormak bahanesiyle yüzünü görmeye çalıştı. Dün gece o kadar bunalmışken yaşadığı şeyin aynını sabah neşeliyken de yaşamak tuhaftı: Tekrar kendisiyle karşılaşmak. Ama bu kez içindeki duygular karmaşık değildi. Sevinci arttı. Şimdi kendisiyle paylaşacağı kıymetli şeyleri varken niçin üzülecekti ki? Üstelik bir gerçeği fark etmişti: insan mütemadiyen kendisiyle alış veriştedir. “Kabanınız çok güzel” dedi. Artık nerede olduğunun bir önemi kalmamıştı.
Edebifikir
2 Yorum