Mehmet Erikli, hevesleri elinde biriken insanları anlattı. Mehmet Erikli seni anlattı.
***
Rüzgârlı bir pazar sabahı evinden çıktığı sırada, tam olarak koskoca gövdesiyle, insanları gün doğarken tazelenmiş soluklarda taşıyan koca şehir düşünmüştü. Herkes yalnızlıklarını bir ceket gibi askılara astı da sen mi kaldın tek başına ve başıboş? Ve etrafına bakına bakına ağır adımlarla yürüyüp giderken insan kalabalığının belki de her şeyi susturmaya kabil olan uğultusunun içerisinde kaybolup gideceğini de düşünerek sinirinin beynine doğru hızla tırmanmaya başladığını duyumsadı. Kendi kendine söylenip durdu hep, yol boyu. Bazı duyguları kabardı, sivrildi. Bazıları da söndü, silikleşti… “Ne kadar adım atsak da uzak düşeriz içimizdeki zamana,” diyerek bir yakınma haliyle başlayan cümlesine umutsuzlukla devam etmek istemese de ruh hali umuda biraz uzak düştüğünden ışıklı sözleri yakıştıramadı kendisine. “İçimizdeki zaman dörtnala uçup giderken kıyı kıyı ve sessizce, dışımızdaki akrep ‘mıh’tır ve öyle ki geceden kalma bir ağırlıktır bu iç acılarımıza saplanan,” diyerek cümlesini bitiren bu adam içinden öte şehrin halini de şöyle dillendirdi kendince: “Bir mum ışığının küçük ürperişlerini bile vücuduna alamayacak kadar insanla dolmuş şehir! Eğer herkes sende yaşamasına rağmen seni düşünmemeye devam ederse ‘kanamalı, bunamalı’ bir hastalığın pençesinde kıvranan bir hiç olup çıkarsın! Keşke kurtarabilsen kendini, sadece tüketmeye ayarlı insanlardan!” Bu duygularla adımlarını tüketirken en sevdiği dostunun, sırdaşının ölüm haberini aldı. “Keşke telefon icat edilmeseydi ve ben bu acı haberi hemen alamasaydım,” diye geçirdi içinden. Ne yapacağını bilemedi. Her yıl yüzlerce insanın hayatını kaybettiği trafik kazası sonucu yitirmişti dostunu. Telaş içinde hastaneye doğru yola çıkması gerekiyordu. Fakat cebinde de metelik yoktu. Yürüyerek gidebilmek pek mümkün değildi. Şu an itibariyle borç alabileceği kimseyi de düşünemedi. Ve hemen hastaneye ulaşabilmek için hiç yapmadığı bir şey yaptı. Dilendi… Birkaç dakikalığına hemen biraz ötedeki caminin avlusuna girecek ve sadece yol parası alabilecek kadar dilenci rolü yapacaktı. Camiye yaklaştıkça utangaçlığı artıyor ve ayakları sanki geri geri gitmek ister gibi onun avluya ulaşmasını engelliyordu. Nihayet avluya vardığında karşısında baş ağrıtıcı bir kalabalık gördü. Hemen aralarına girerek el açması mı gerekiyordu, yoksa kıyı köşe bir yere geçerek avuç açması mı? Sessizce avlunun kenarına geçti. Elini açtı. “Tam bir sadaka,” diyecekti ki kendisini geri çekti. “Ben ne yapıyorum,” dedi kendi kendine. Zaten bozulmuş sinirleri iyice gevşemişti ve istemsiz bir tavırla avlunun orta yerine doğru koşarak “Neden dostumu benden aldın?” diye bağırdı… Kimse ne olduğunu anlayamadı. Gözyaşlarına boğulan adam, dizlerinin üzerine çökerek uzun uzun kalabalığa doğru baktı. Kendisine gelmesi için yardım etmek isteyen birkaç kişi ne olduğunu hiç merak etmeden onu dizleri üzerine çöktüğü yerden kaldırdı. Elini, yüzünü yıkaması ve kendisine gelmesi için onu şadırvana götürdüler. Yüzüne çarptığı ilk suyla beraber sanki bir kâbustan uyanmış gibi irkildi. Sonra onu şadırvana kadar getiren adamlara teşekkür ederek avludan çıktı. O dostuna o kadar bağlıydı ki yıllarca beraberce yaşamışlardı ve “hayatın ahını” birlikte işitmişlerdi. Cadde üzerinde o kadar insan vardı ki bir an bu kalabalıktan dolayı boğulur gibi oldu. Ve yine söylendi kendi kendine. “İnsanlar bir defa ölürler ama ey şehir, sen her gün ölüyorsun!” diye yakındı. Bir anda sahnede oynanır gibi dostuyla geçirdikleri iyi kötü vakitleri hatırladı attığı adımlarda. Bundan sonra sırlarını vereceği, dertleşeceği dostu yanında olmayacaktı.
Güneş ikindiye doğru yola koyulmuşken o da mahallesine dönüp komşularından birkaç kuruş borç alacaktı. Yoksuldu. Uzun zamandan bu yana işsizdi. Kendisinden çok, dostlarını ve sevdiklerini düşünen, etrafınca çokça sevilen biriydi. Mahallesine vardığında vakit ikindi olmuştu. Güneş limon sarısı rengini askıya asıp portakal turunculuğunda bir elbise giymişti üzerine. Hemen, en yakın olarak gördüğü ev sahibinin kapısını çaldı borç almak için. Ev sahibi gergin bir ifadeyle kapıyı açtı. “Nihayet, şu aylardır veremediğin kirayı mı getirdin?” dedi. Adamcağız yutkundu yoksulluğun o çok defa karın doyuran umuduyla. “Birkaç kuruş borç lâzım,” dedi. Ev sahibi, “Aylardır kirayı getirmediğin gibi bir de utanmadan borç mu istiyorsun?” diye çıkıştı. “Sen bana zaten borçlusun. Daha ne kadar borç vereceğiz sana?” diyerek sürdürdü sözünü. Birkaç saniye donuk bir ifadeyle ev sahibinin yüzüne baktı ve yine daha önce hiç yapmadığı bir şey yaparak ev sahibinin boğazına yapıştı. Onu evin içine doğru iterek “Bana sadece birkaç kuruş yol parası lazım!” diye bağırdı. Ev sahibi ne yapacağını bilemedi. Sadece “tamam” diyebildi. Birkaç kuruşu cebine koyarak bir yıldırım gibi çıktı oradan. Hemen bir otobüse binecekti ve hastaneye ulaşacaktı. Ama olmadı. O telaşla caddedeki arabaları bile fark edemedi. Ne olduysa işte tam bu dikkatsizlikten sonra oldu. Hızla gelen bir arabanın ona çarpacağını hiç düşünmüş müydü? Ya da bir trafik kazası sonucu yitirdiği dostunun yanına bu kadar hızlı gitmeyi mi istemişti? Sizce? Acı acı çalan cankurtaran sirenleri yok mudur, işte insan bu sesle tekerlerin ölümün hızıyla yarıştığını hep düşünmüştür. Bu adamı ölmemesi için hastaneye ulaştırmak gayretini taşıyan sağlık görevlileri onun bu acıklı öyküsünü nereden bilecekti ki. O yüzden hep söylemeli. Saatlerin, uykulu gözleri neye uyandıracağı malum değildir!
Mehmet Erikli
(Zaman Kurucusu)